ESKİ TÜRKİYE'DEN ÇOK ÇEŞİTLİ ANEKDOTLAR 1

1989'un son günleriydi gazeteciler Cumhur Canbazoğlu ve Hakan Sonok Türkan Şoray'ın Etiler'deki evine konuk oldular...Yaptıkları söyleşi Beyazperde Dergisi'nin Ocak 1990 baskısında yayınlandı...

Türkan Şoray: "Elazığ'da "Cemo" filminin (1972; yönetmen: Atıf Yılmaz; senaryo yazarı: Ayşe Şasa) çekimleri sırasında attan düşünce, boyun kemiğim kaydı. Doktorlar bile benden ümidi kesmişlerdi. Ömürboyu felçli olarak kalabilirdim," demişti...

Türkan Şoray çeşitli nedenlerle Yılmaz Güney'le herhangi bir sinema filminde bir araya gelememişti ve bunun için çok üzgündü...

Öte yandan, “Türk sinemasının sultanı”nın efsaneleşmiş filmlerinin ne yazık ki hiçbirinin seyirci rakamları zamanında tutulmadığından bilinmiyordu!

Ancak 1991’de tarihe karışan Sovyetler Birliği’nin İstatistik Kurumu’ndan edindiğim yeni bilgiler Türk sinema tarihinin bilinen en yüksek seyirci rakamını bu yazıda duyurmamı sağladı…Türkiye’de fırsat eşitliği, sosyal adalet sağlanmasını arzu etmesinin ödülü olarak yaklaşık onüç buçuk yılını çeşitli cezaevlerinde geçiren Nazım Hikmet’ten (1902-1963) uyarlanan bir filmdi bu…

Alman yazar Dietrich Gronau (1943 doğumlu) “Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin Doğuşu” adlı kitabının 248. sayfasında Nazım Hikmet’ten şöyle söz eder: ”Nazım Hikmet Dolmabahçe Sarayındaki Atatürk’ün sofrasına gece yarısı davetini o sıralarda ünlü olan gece kulübü şarkıcısı Nixe Eftalia (Deniz Kızı Eftalya; 1891-1939) olmadığı gerekçesiyle geri çevirmişti…”

Lord Kinross’un (1904-1976) “Atatürk ; Bir Milletin Yeniden Doğuşu”nun 707. sayfasında Nazım Hikmet’ten şöyle bahsedilir: “Atatürk şairlere karşı saygı duyardı.Öyle ki bir gün Nazım Hikmet’in kendisinden bir şiirini okuması istenince “Ben kabare şarkıcısı değilim” diye horozlanıp masadan / sofradan kalkması bile bu saygıyı zedelemedi. Atatürk kızmadı; sadece üzüldü…Çünkü Nazım Hikmet ile eserleri, sanatı üzerine konuşmayı çok arzulamıştı…”

Nazım Hikmet, Haziran-Ekim 1948 arasında Bursa Cezaevi’nde “Ferhad ile Şirin” adlı tiyatro oyununu yazmıştı…”Ferhad ile Şirin” ilk kez Ekim 1953’te “Legend of Love-Bir Aşk Masalı” adıyla Moskova Dram Tiyatrosu’nda sahnelendi…Mart 1953’te Sovyetler Birliği’nin,Adolf Hitler’i yenen, diktatörü Stalin ölmüştü…23 Mart 1961 Perşembe günü dünyanın en ünlü baleti Rudolf Nureyev’in de (1938-1993 ; Nureyev 16 Haziran 1961 Cuma günü Paris’te Fransa’dan sığınma hakkı isteyecekti) kadrosunda yer aldığı Saint Petersburg’daki Kirov Balesinde bale olarak sahnelenen Nazım Hikmet’in “Legend of Love-Bir Aşk Masalı”nın müziğini Arif Melikov/f (1933 doğumlu) besteledi ve koreografisiniyse Yury/i Nikolayevich Grigorovich (1927 doğumlu) üstlendi…Nazım Hikmet'in en çok beğenilen oyunlarından biri olan “Ferhad ile Şirin” Türkiye’de ilk defa De Yayınevi tarafından 1965 yılında yayımlanmıştı…

Nazım Hikmet’in tiyatro oyunu ”Ferhad ile Şirin / Legend of Love- Bir Aşk Masalı” Tuğra Film ile Mos Film tarafından Türkiye-Sovyetler Birliği ortak yapımı olarak beyazperdeye uyarlandı…Yönetmen ve senaryo yazarı Azhdar Ibragimov / Ejder İbrahimof’tu (1919-1993)…Arif Melikov/f’un müziği de filmde kullanılır...Türkiye tarafında yapımcı koltuğunda Sabah Duru ve Yılmaz Duru çifti vardır…

Ferhad rolünde Faruk Peker, Şirin rolünde Alla Sigalova, Mehmene Banu rolünde Türkan Şoray vardır…Baş rol oyuncuları arasında filmin yapımcılarından biri olan Yılmaz Duru’da bulunmaktadır…

“Bir Aşk Masalı: Ferhat ile Şirin” Rus ordusunun 130 bin askerle Afganistan’ı işgal etmesinden (24 Aralık 1979) bir ay önce gösterilmeye başlandığı Kasım 1979’da Sovyetler Birliği sinemalarında büyük bir seyirci ilgisi toplar ve kısa zamanda 25 milyon 400 bin seyirciye ulaşır…

“Bir Aşk Masalı: Ferhat ile Şirin”, Ocak 1976’da Sovyetler Birliği sinemalarında gösterilmeye başlanan ve 29 Mart 1976 Pazartesi gecesi Los Angeles’ta yılın en iyi yabancı filmi Oscar’ını Sovyetler Birliği’ne kazandıran Japon Akira Kurosawa’nın yönettiği “Dersu Uzala”dan (20 milyon 400 bin seyirci) bile daha büyük bir gişe başarısı elde etmiştir…

Türkan Şoray ile Ayhan Işık sonradan ölümsüzlük kazanan “Susuz Yaz”da oynamayı kabul etmemişti...

Yönetmen ve senaryo yazarı Metin Erksan (1929-2012) Temmuz 1964’te Berlin Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı kazanan Necati Cumalı (1921-2001) uyarlaması “Susuz Yaz” filminde daha önce “Acı Hayat” (1962) adlı filminde baş rolleri verdiği Türkan Şoray ve Ayhan Işık’ı oynatmak istemiş ancak bu oyuncular “Susuz Yaz”da oynamayı reddetmişlerdi…

Necati Cumalı “Susuz Yaz”ı 1962’de öykü olarak yayınlamış ve bu öyküsünü üç perdelik bir tiyatro oyununa da uyarlamıştı…

Türkan Şoray: "Sinemadaki ilk yıllarımda yapımcı Hürrem Erman benim için "Bu kızdan iyi oyuncu olmaz" demişti..."

"Bir sinema oyuncusunun yaşamında sadece meslek aşkına yer var.Diğer büyük aşklar mesleğin ihmaline yol açabilir.Sinemanın diğer büyük aşklara tahammülü yoktur.Yaşamım boyunca sadece mesleğimi düşünmeye, mesleğimden başka hiçbir şey düşünmemeye çalıştım.Yaşamımı tamamen sinema doldurdu.Yağmur'un doğumuna kadar herşeyim sinemayla başlayıp sinemayla bitiyordu.Şimdi kızıma ve mesleğime karşı duyduğum sevgi bir arada yürüyor.Son iki yıldır kızımla birbirimizden hiç ayrılmadık, benden bir gün ayrılınca hasta oluyor..."

"1960'larda sinema salonları dolup boşalıyordu...Filmler ve konular istisnalar hariç birbirinin benzeriydi..Ama halk bu filmlerden henüz bıkmamıştı.Bıkkınlık göstermemişti.Çevirdiğimiz filmlerde masal dünyaları anlatılıyordu...Biz de hayatta karşılığı olmayan karakterleri canlandırıyorduk..."

"Rol aldığım "Acı Hayat"ın ne denli önemli bir film olduğunu anlamam için çok uzun yılların geçmesi gerekti...Ayhan Işık ve ben "Susuz Yaz" da rol almayı kabul etmedik...Bu rolü reddettiğim için çok pişmanım..."

"Lütfi Akad'ın "Ana"sında rol alabilmek için yapımcıları zorladım..."

"Çok sevdiğim ve hayranlık duyduğum Selim İleri'nin "Asker Mektubu" adlı senaryosu beni çok etkiledi...Bu senaryo şöyle doğdu, dünyaya geldi...Günün birinde Selim Bey’e bir hayranımdan gelen mektubu okuttum, çok etkilendi."

Selim İleri: Okuyunca “İşte hikâye bu!” dedim.Bunu senaryo haline getirmeliydim...Bu hikayeyi sinema filmi haline getirmeliydik...

Türkan Şoray: “Selim Bey "Ben bunu yazmak istiyorum” dedi. Ben de “peki” dedim.

Selim İleri: Mektubu okurken şunu düşündüm; bir starın anlamı nedir? Kaç kuşak üzerinde etkisi vardır? O etki ne kadar güçlüdür ki aradan uzun zaman geçse de devam etmektedir? Dünyada starlık sistemi çöktü diyorlar ama bence öyle değil. Star diye bir şey var ve Türkan Şoray dünya çapındaki önemli bir örneğidir. İçeri girdiğinde kalabalığın donup kaldığı bir insan tipidir star. Türkan Hanım da bunun Türkiye’deki en önemli temsilcisidir. Ben her ne kadar senaryo yazmayacağımı söylesem de kafamda hep bu star imajından yola çıkarak bir şey yazmak vardı. Yeni nesilden birinin hayranlık mektubu okuduğumda da “star sonsuzdur”dan bir hikâye üretebilirim diye düşündüm.Mektup, Türkan Şoray’a âşık olduğum yılları anımsattı bana. O mektupta biraz da kendi maceramı gördüm, ondan da cesaret alarak “Buradan bir şey çıkarabiliriz” dedim.

TÜRKAN ŞORAY'IN SEDEF KABAŞ İLE SÖYLEŞİSİ

Gazeteci, televizyoncu, kanaat önderi Sedef Kabaş 19 Mart 2025 sonrasında "Dünyanın en pahalı diploması Ekrem İmamoğlu’na aitmiş… İptalinin maliyeti Türkiye’ye 100 MİLYAR DOLARA mal oldu!" demişti...

Türkan Şoray Sedef Kabaş'la yaptığı TV söyleşisinde (16 Eylül 2002) şunları da söylemişti:

"Güzellik tabii herkese göre değişen bir kavram.Mesela, beni çok güzel bulmayanlar da var.Güzellik mutlaka çok önemli; ama, şu da var, gördüğünüz zaman inanılmaz güzeldir ama bir konuşmaya başlar, bütün güzelliği kaybolur, iç dünyasını anladığınız zaman bütün o güzelliği bozulabilir.Benim için güzellik bir insanın iç dünyasıyla, dünyaya bakışıyla , fiziğiyle bir bütünlük oluşturmalı...

Ben normal güzellikte bir insanım, belki bizi insanlara, güzel gösteren sinemanın büyüsü, sinemanın güzelliği.Ben bunun bilincindeyim.Çok da mütevazı olmayalım, kendimi şu bakımdan beğenirim: iyi huyluyumdur.İç dünyam çok güzeldir.bunu itiraf edeyim.Belki bunlar insanın iç dünyasının güzelliğinin dışa vurması olabilir.yani insanlara geçen samimiyetim,sıcaklığımdır.Bunlar olabilir...

Evimde sadece kızımın resmi vardır.Salonda, şöminenin üstünde, piyanonun üstünde ve bir sehpanın üzerinde kızımın resimleri vardır.

Benim için hayatta sevgiden daha önemli bir şey yok.

Özel yaşantımda, bazen saçlarımı çok kısa kestirip sarıya boyatmak istiyorum ama yapamıyorum, çok yadırganır diye düşünüyorum.

Kadir İnanır Bey'le çok hoş bir arkadaşlığımız var.Aslında Kadir Bey, o kadar yumuşacık bir insandır ki, yani yüreği çok yumuşacaktır, o sert haline rağmen.Bir de ben onun o halini seviyorum ve gülüyorum.

Yönetmenlik yaparken hayatımda ilk defa sette küfür ettim...

Bazen kızıma bakıp "seni ben mi dünyaya getirdim?" diyorum.Saçını tutuyorum, böyle hayran hayran izliyorum onu.Aşık bir anneyim.Benden sıkılıyor olabilir, zaten sıkıldığı zaman "yeter anne!" diyor.Çok üstüne düşüyorum.Kızımın odasını mutlaka ben toplamak istiyorum.Kızımla film izleriz.Kızıma özel yemekler yapıyorum.

Annem yaşadığı koşullardan dolayı yaşam savaşı veren bir insandı. O koşullarda iki genç kız büyüttüğü için etrafa sert görünmesi gerekiyordu.Bence doğru olanı yapıyordu."

Kaynak Kitap: 41 Kadın 41 Öykü, İpek Dokulu Başarılar Kitabın yazarı: Sedef Kabaş...

TÜRKAN ŞORAY'IN YAZDIĞI KİTAP: "SİNEMAM VE BEN"

Türkan Şoray, Metin Erksan’ı ve “Acı Hayat”ı anlatıyor:

Metin Erksan’ın yönetiminde baş erkek rolünü Ayhan Işık’ın üstlendiği “Acı Hayat” filmini çeviren Türkan Şoray Metin Erksan’ın 2012’deki ölümünden sonra “Sinemam ve Ben” adlı kitabında “Acı Hayat” filmini şöyle anlatacaktı:

“O zaman ne kadar önemli bir yönetmen olduğunun farkında değildim…Böyle bir filmin başrol oyuncusu olmanın ne kadar büyük bir şans olduğunu, oynadığım rolün bir oyuncu için ne kadar önemli olduğunu ve çevirmekte olduğum filmin değerini yıllar geçince çok daha iyi anladım. O yıllarda birçok oyuncunun çalışma hayali kurduğu bir yönetmenle çalıştığımı algılayabilecek , değerlendirebilecek birikimde değildim. Sadece oynadığım rol beni etkilemişti. Manikürcü Nermin’in yaşadığı dramla, başına gelenlerle duygusal bir bağ kurmuştum kendi içimde. O genç kızın çektiği acıları sanki ben yaşamıştım; filmde adeta kendi mutsuzluğumu yaşıyordum. Anne baba ayrılığının hüznünü, mutsuzluğunu yaşamış, o yıllardan sonra yoksulluğu tanımıştım. Bu duygulara, bu acılara yabancı değildim. Babam ayrıldığı yıl annem beş parasız kalmıştı. Ben 13-14 yaşlarındaydım. Annem çok istese de bana yeni bir şeyler alamıyordu. Okulda ders bitip zil çaldığında ben yerimden kalkmaz, sınıftan en son çıkardım. Arkadaşlarımın kalın, güzel paltoları vardı; benimse lacivert incecik bir ceketim… Onların paltolarını giyip çıkmalarını beklerdim. O incecik ceketle görüp beni küçümseyeceklerini düşünürdüm… Yaşadıklarım bende derin izler bırakmış olmalı ki, yönetmenin (Metin Erksan’ın) anlattıklarını çok iyi anlıyordum, hissediyordum. Böylece kamera önüne geçtiğimde içimde bir yerlerde birikmiş bu yoğun duyguları sezgilerimle ifade edebilme imkanı veriyordu bu filmdeki rolüm. Bu karakter acı çekiyordu ve o acıda ben kendimi buluyordum, o acıyı tanıyordum sanki önceden yaşamış gibi…O mutsuzluk, umutsuzluk herhalde yüzüme yerleşti ki, başarılı oldum. Bir filmde duyarak, o karakteri hissetmenin rolü gerçekçi kılmada ne kadar önemli olduğunu belki o zamanlar farkına varmadan oyunculuğuma taşıdım ve hep böyle devam ettim…Sinema eğitimi olmayan, oyunculuğun ne olduğunu bilmeyen ben, tamamen duygularımla yaşattığım bu karakterle Antalya Altın Portakal film festivalinde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandım. Ödülden sonra sinemada adım daha çok oyuncu olarak anılmaya başladı. Böyle önemli bir festivalde, sinemada daha bu kadar yeniyken bu ödülü almanın çok önemli olduğunu söylüyorlardı. Beni kutluyorlardı, bana oyuncu olarak farklı davranmaya başlamışlardı. Sinemada oyuncu olmak diye bir kavram vardı ve oyuncu olmak önemliydi, bunu anlamaya başladım. Oyunculuğu kendi kendime keşfediyordum; tamamen içgüdüsel, el yordamıyla.(…) ”Acı Hayat”tan sonra Yeşilçam’ın büyük şirketlerinden Kemal Film’den teklif aldım…”

Türkan Şoray Metin Erksan ile ilgili sözlerini şöyle bitiriyor:

“Yeri doldurulamayacak, Türk sinemasına adını altın harflerle yazdıran, sinemamızda sonsuza kadar anılacak olan Metin Erksan “Sinemacılar Dönemi”ni başlatan ve geliştiren ilk yönetmenlerden biridir, birçok yönetmen onun sinemasını örnek almıştır.”

Türkan Şoray, Sinemam ve Ben adlı kitabında bir zamanlar filmlerinin gösterildiği Pangaltı İnci Sineması’nın kapanmasından dolayı duyduğu derin üzüntüyü de dile getiriyor:

“Melek Film’in sahipleri Şahan ve Kaçuni Haki aynı zamanda Pangaltı’daki İnci Sineması’nın da sahibiydiler. (…) İnci Sineması’nda kendi şirketlerine yaptığım filmlerin galaları çok görkemli olurdu. Sinemada benim özel locam vardı. Filmleri Şahan Haki’nin eşi Melina ablam ve dünya tatlısı kızları Mayda ile Şeyda, hep birlikte bu locadan seyrederdik…İnci Sineması hep Türk filmi oynatırdı. Çevirdiğim yeni filmin başladığı hafta, Pazartesi günü ilk seans 11 matinesi seyircileri sinemanın önünde uzun kuyruklar oluştururdu. Bazı sabahlar arabayla özellikle Pangaltı İnci Sineması’nın önünden geçerdim. Kalabalığı, sıraya girmiş beni seven, yüreklendiren seyircilerimi görmek isterdim, çok mutlu olurdum. Maalesef şimdi sinema kapandı. Haki ailesi sinemayı satıp Amerika’ya göç etti. Çok üzülmüştüm. Uzun yıllar o taraflarda bir yerlere gitmem gerektiğinde bir zamanlar Haki ailesinin evlerinin bulunduğu Bomonti’den geçmemek için yolumu değiştirdim. Pangaltı İnci Sineması’nın olduğu yerden geçerken hâlâ hüzünlenirim.”

ATİLLA DORSAY'IN "SÜMBÜL SOKAĞIN TUTSAK KADINI" ADLI KİTABI

Film eleştirmeni ve sinema yazarı Atilla Dorsay “Bir Kraliçeyle Dostluk ve Ayrılık Hikâyem” kitabında da Yeşilçam’ın ‘Sultan’ı Türkan Şoray’la dostluğunun nasıl sona erdiğini kaleme aldı.

Dorsay Sayım Çınar'la Suare Dergi için yaptığı söyleşide şöyle dedi:

“Sümbül Sokağın Tutsak Kadını”, benim biyografi kitaplarımın başında gelen ve hatta tüm kitaplarımın içinde en çok baskı yapmış olan kitaptır. Dolayısıyla o kitap hakkında çok fazla bir şey söylemek istemiyorum artık. Şunu belirtmek lazım; Türkan Şoray hakkında başkaları da çok güzel kitaplar yazdılar. Ama Türkan Şoray benim hayatıma girmiş bir insan… O, ‘Dört Yapraklı Yonca’nın ilk film yapmışlarından biri. Aynı zamanda ‘Dört Yapraklı Yonca’nın hayatta olan ikisinden biri. Fatma Girik ve Filiz Akın vefat etti, Türkan Şoray’la Hülya Koçyiğit kaldı malum. Onların arasında da Türkan Şoray her şeye rağmen gerçek kraliçedir. Kitabımda geçtiği gibi; Türk halkının en çok sevdiği, en çok idol bildiği, en çok peşine düştüğü, filmlerine koşarak gittiği bir sanatçıdır. Yani Türkan Şoray’ı sevmemek, beğenmemek, ona karşı bir kitap yazmak benim aslında hiç düşünmediğim ve bundan sonra da düşünmeyeceğim bir şeydir. Ama ne oldu? Tuhaf bir şey oldu… Bu “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını” kitabını Remzi Kitabevi’nden basmıştık. Remzi bunun yeni bir baskısını düşünmedi. Bunun üzerine ben başka bir arkadaşıma; Puslu Yayıncılık’ın sahibi Murat Bulut’a rica ettim. Fakat Türkan Şoray izin vermedi. Nasıl vermedi, niçin vermedi, bilmiyorum…

Eşim Leman telefon etti. Türkan Hanım bize yıllar boyu devamlı gelip gitmiştir. Biz de onlara gitmişizdir. Leman’la dostturlar. Bir parça hesap sorar gibi yaptı Türkan Hanım’a. Türkan Hanım da dedi ki; “Hayır, ben başka bir kitap istemiyorum. Zaten ‘Sümbül Sokağın Tutsak Kadını’ kitabında benim onaylamadığım, hatalı şeyler vardı. Şimdi bunların tekrar ele alınmasını istemiyorum.” İşte bu benim sinirlerimi attırdı. Düşünebiliyor musun; benim ona karşı sevgimi o kadar belirttiğim bu kitap, aynı zamanda Türk sinema edebiyatında en çok satan kitap olmuş. Ve yıllar yıllar sonra bu kitaptan şikâyet ediyor, yeni bir baskı için bana hakkını vermiyor. Bu, kim olursa olsun herkesin çok kızacağı bir olaydır. Tamam, onlar yıldız, biz basınız. Onlar tepede duruyorlar, biz basın mensubu olarak onlara hayran bir biçimde dolaşıyoruz, ‘perestiş’ gösteriyoruz eski Türkçeyle. Ama ben, magazin mensubu hiç olmadım. Ben yıldızlara gerektiği gibi yaklaştım… Dolayısıyla, o andan itibaren Türkan Şoray’la aramızdaki ilişkinin koptuğunu hissettim. Onun için bu kitabı yazdım. Kitap, baştan aşağı Türkan Şoray’ı ayağının altına almıyor. Çok geniş bir kısmında Türkan Şoray hakkında daha önce yazdığım ama bir kitaba girmemiş veyahut unutulmuş yazıları aldım, çok samimi biçimde. Ama bir yerden sonra ağzımı açtım ve ona ne kadar kırgın, ne kadar dargın olduğumu yazdım. Buna kitabın adında da yer verdim."

DEMİREL: DIŞ GÜÇLER SANAYİLEŞMİŞ TÜRKİYE'Yİ ASLA İSTEMEDİ

Süleyman Demirel Mehmet Altan'la yaptığı nehir söyleşi kitapta ("Darbelerin ekonomisi" adlı kitap 83- 71) "Biz Amerika'nın 53. eyaleti değiliz" diyecekti...

Demirel: "Max Weston Thornburg ve Baker raporları Türkiye'ye sanayileşmeyi tavsiye etmiyordu...Bu raporlar türkiyenin ziraat ve tarım ülkesi olmasını tavsiye ediyordu..."

Max Weston Thornburg (1892-1962) ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslararası ilişkiler ve petrol sanayi danışmanlarından biriydi...

ABD’nin Türkiye’ye yardımlarını yönlendirmek için ülkemize gelmiş ve Thornburg Raporu adıyla anılan raporu kaleme almıştı(1949-1950)...

Thornburg’un önerileri :

-Türkiye’nin ağır sanayi kurması gerekli değildir.

-Karabük Demir Çelik Fabrikası tasfiye edilmelidir.

-Türkiye; uçak, makine, motor projelerini iptal etmelidir.

-Demiryolları yerine karayolları yapılmalıdır.

-Sanayi bırakılmalı, tarımla kalkınmaya yönelinmelidir.

Bu rapor, Türkiye'deki ağır sanayii hamlelerinin gereksiz ve fuzuli olduğunu iddia eder; uçak motorları,dizel motorlar ve lokomotif üretimi planlarının iptal edilmesini önerir, "gübreyi bile ithal edin" diyen bir rapordur...

ATATÜRK ÖLÜM DÖŞEĞİNDEYKEN 5 EYLÜL 1938'DE SİYASİ VASİYETİNİ AÇIKLAMIŞ VE KEHANETLERDE BULUNMUŞTU

Atatürk kendisinden sonra Cumhurbaşkanı olarak Hasan Rıza Soyak'a öneride bulunmuştu:

Atatürk: "İnönü memlekete büyük hizmetlerde bulunmuştur...Ancak nedense İnönü umumun sempatisini kazanamamıştır...Bence devlet başkanlığı için en münasip kişi Mareşal Fevzi Çakmak'tır... Çakmak herkesle iyi geçinmiş, kimseyle ağız kavgasına ve çekişmeye girmemiştir...Çakmak seçilirse çok iyi olur zannedirim"

Fevzi Çakmak kronik diabet hastasıydı...

Atatürk vefat edince İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın adı Cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya atıldı...Ancak Fevzi Çakmak İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanı adaylığını destekledi...

18 Eylül 1938 de başbakan Celal Bayar Atatürk'e brifing verdi ve Bayar İngiltere'den 16 milyon sterlin, Almanya'dan 150 milyon marklık kredi bulunduğunu anlattı...Atatürk Bayar'a ve Hasan Rıza Soyak'a ikinci dünya savaşının yaklaşmakta olduğunu söyledi....

Kaynaklar:

1-Sarı Zeybek Yazan: Can Dündar sayfa: 137-126-148

2-Cumhuriyet'in İlk Yüzyılı Yazarlar: İlber Ortaylı ve İsmail Küçükkaya sayfa: 136

1977'DE ASKERİ DARBE GİRİŞİMİ İDDİASI

Suat Parlar'ın "Kontrgerilla Kıskacında Türkiye" adlı kitabının 661. ve 662. sayfasında CHP'nin % 41,38 oy oranına ulaştığı 5 Haziran 1977 genel seçimlerinden hemen önce Türkiye'de askeri darbe girişiminin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ve Genelkurmay Başkanı Semih Sancar işbirliğiyle önlendiği yazılıdır...

Haberin kaynağı New York'ta yayınlanan The Christian Science Monitor Gazetesi'dir...Habere,iddiaya göre MHP lideri Alparslan Türkeş, 200 subay ve üç general bir askeri darbe girişiminde bulunmuştu...Girişimi başarısız kılan ise Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ve Genelkurmay Başkanı Semih Sancar işbirliğiydi...

1969'DA DA TÜRKİYE İÇ SAVAŞIN EŞİĞİNE GELMİŞTİ...

FAİK BULUT:

8 Temmuz 1969 tarihinde, Kayseri Alemdar Sineması’nda Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) üyeleri ve davetlilerden oluşan 800 aydın, açık tertip ve kışkırtmalarla o zamanın şeriatçıları ve devletin gizli güçlerinin elbirliğiyle yakılmak istendi. Cemselerle il sınırları dışına çıkarılan öğretmenler toplu kıyımdan kıl payı kurtuldu."

Faik Bulut'un "AKP mülteci politikasının Kayseri ve Suriye’deki saldırılara yansımaları" başlıklı yazısından bir bölüm...Araştırmacı, gazeteci yazar Faik Bulut Independent Türkçe için yazmıştı...(12 Temmuz 2024)

UĞUR MUMCU; CUMHURİYET GAZETESİ 8 HAZİRAN 1982 SALI:

"Abdi İpekçi cinayeti henüz aydınlanmış değildir...İpekçi'yi kimlerin öldürttüğü açıklığa kavuşmamıştır...Şimdilik anlaşılan tek gerçek, Türk basınında İpekçi'nin bıraktığı boşluğun büyüklüğüdür...O'nu her gün okumaya alıştığımız köşede bugün daha çok arıyoruz...İpekçi'nin bütün yazılarına katılıyor ve altına imza atıyorum...

UĞUR MUMCU CUMHURİYET GAZETESİ 1 ŞUBAT 1986 CUMARTESİ:

"Mehmet Ali Ağca'nın eski MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI görevlilerinden ŞAHİN TOLUNOĞLU ile ilişkisi vardı...Bu ilişki hem Mehmet Ali Ağca'nın hem de başka ülkücülerin ifadelerinde ortaya çıkmıştı...Bir terörist ile bir MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI görevlisinin bu derece yakın ilişki kurmalarının nedeni ne olabilirdi? Neydi bu ilişki ? Kim sağlamıştı bu ilişkiyi ve kimler eliyle sürdürülmüştü bu ilişki? Bunlar hiç açıklanmadı, açıklanamıyor. Belki bu soruları devletin duyarlı kesimlerinde yanıtlayacak olanlar bulunur!"

GAZETECİ ABDİ İPEKÇİ'NİN EŞİNİN VE KIZININ TEMEL İHTİYAÇLARINI KARŞILAYAMAZ DERECEDEKİ MADDİ SIKINTILARI GAZETECİ LEYLA UMAR'I İSYAN ETTİRMİŞTİ

19 Nisan 2005'te gazeteci Leyla Umar Sedef Kabaş'a asla yakalanmak istemediği hastalığın Alzheimer olduğunu söyledi...

Ne yazık ki bunları söylediği sırada Leyla Umar Alzheimeir'a yakalanmıştı...

Sedef Kabaş TV söyleşilerini "Zamanı Dize Getirenler" adlı kitabında bir araya getirmişti...

Haldun Taner'in "Abdi İpekçi'nin Aküsü her an dolu idi.Her an istim üstünde yaşardı.Bu akü gün boyu dolup boşalırdı.Çocuklarınki gibi tükenmez bir enerji içinde yaşardı..." dediği, Uğur Mumcu'nun "Abdi'nin tüm yazılarının altına ben de imzamı atarım" dediği, Abdi İpekçi için Leyla Umar " Dünyada en sevdiğim ve en kızdığım insandı...Abdi İpekçi'nin annesi o doğarken veya çocuk yaştayken ölmüştü," demişti...

Leyla Umar Abdi İpekçi'nin öldürülmesinden sonra İpekçi'nin eşi ve kızının maddi sıkıntı içinde yaşadığını, Hürriyet'in patronu Erol Simavi'den anne kıza maddi yardımda bulunmasını istediğini, ancak Erol Simavi'nin buna yanaşmadığını, anne kızın temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için evdeki eşyaları sattığını, İpekçi'nin kızının yaptığı çevirilerin parasını alamadığını anlatmıştı...

Yalçın Küçük ve Nazmiye Demirel'in de yakalandığı Alzheimer hastalığının ilk belirtileri Leyla Umar (1927-2015) da nasıl başlamıştı?

Halen dünyada 47 milyon Alzheimer hastası var, Türkiye’de ise 600.000 aile bu hastalıkla mücadele ediyor.

Profilo Holding’in kurucusu iş insanı Jak Kamhi’ye (1925-2020) 28 Ocak 1993 Perşembe günü Beylerbeyi’nde teröristler tarafından LAW ve otomatik silahlar kullanılarak suikast girişiminde bulunuldu. Kamhi olaydan yara almadan kurtulmuştu...

Yıl 1999...İşadamı Jak Kamhi gazeteci Leyla Umar'a şöyle dedi:

"ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright 1937 Çekoslovakya doğumludur...Yahudidir...1938'de Hitler'in orduları Çekoslovakya'yı işgal edince ailesi burayı apar topar, büyük bir aceleyle terk etmiştir...Madeleine Albright'ın Robert Redford gibi Hollywood yıldızlarıyla çok yakın dostlukları vardır...Atatürk ve İstanbul hayranıdır...Madeleine Albright benim de çok yakın dostumdur...Selamımı söyle, dost olduğumuzu öğrenirse sana hemen özel bir söyleşi verecektir!"

Türk basınında Leyla Umar ve Ara Güler küresel ünlülerle ilgili haberler, söyleşiler üretirlerdi...İkisi de ürettikleri haberleri dünyanın en ünlü gazetelerine, dergilerine satarak ev sahibi olabilmişti...

Umar Ortaköy'deki evini Uganda'nın, insan eti yediği söylenen Hitler'i İdi Amin'le yaptığı söyleşiden kazandığı parayla satın almıştı...Umar'ın Humeyni, Fidel Castro söyleşileri de ses getirmişti...

Dönelim Jak Kamhi bahsine...Leyla Umar İstanbul ziyaretinde iki kez iki ayrı zamanda Albright'ın yanına gitti...Özel bir söyleşi istemek için...İki kez söze şöyle başladı:

"Sizinle çok özel ortak bir dostumuz var..."

Albright her seferinde sordu: "Kim bu çok özel ortak dostumuz?"

Umar bir türlü Jak Kamhi'nin adını hatırlayamadı...

Albright'la (1937-2022) özel söyleşi fırsatı böylece ortadan kalktı...

1997-2001 döneminin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, George H. W. Bush, Bill ve Hillary Clinton, George W. Bush, Shimon Peres, Benjamin Netanyahu, Arnon Milchan, Henry Kissinger gibi siyasilerle ortaklaşa çalışarak Irak diktatörü Saddam Hussein'in atom bombası üretmesini önlemişti...

Leyla Umar Büyükada'dan gençlik arkadaşı Jak Kamhi'nin adını iki kez yaklaştığı, konuştuğu ABD Dışişleri Bakanına hem de iki kez bir türlü hatırlayamadığı için söyleyemedi...

ALZHEIMER ilk belirtilerini göstermişti...

Leyla Umar ALZHEIMER' a yakalandığının farkında değildi...

LEYLA MARDİN

Leyla Umar Betül Mardin (1926? 1927?) ve Arif Mardin'in (1932-2006) ablası Leyla Mardin'in de ezilerek öldüğü Dolmabahçe Sarayı'nda 17 Kasım 1938 Perşembe günü meydana gelen faciadan dolayı ailesinin kendisini katafalka konulan Atatürk'ün naaşını görmeye götürmediğini anlatmıştı...

Onbinlerce kişi katafalka konulan Atatürk'ü son kez görebilmek için Dolmabahçe Sarayı'na gitmiş ve 17 Kasım 1938'de Leyla Mardin dahil 11 kişi ezilerek vefat etmişti...

KEMAL SUNAL'IN EŞİ GÜL SUNAL (1957) ANLATMIŞTI:

Bir Antalya film festivali akşamında kaldığı otelde film eleştirmeni Atilla Dorsay hiç hazzetmediği , hiç değer vermediği, daima burun kıvırdığı, küçümsediği, hor gördüğü filmlerin oyuncusu Kemal Sunal'ın eşine yanaşır ve şöyle der:

"Türk sinemasının 100 yıllık tarihini anlatan kitabımda hiç mi hiç istemediğim halde eşinizden de ne yazık ki bahsetmek zorunda kaldım..."

SOVYETLER BİRLİĞİ SİNEMALARINDA EN ÇOK SEYİRCİ TOPLAYAN FİLMLERDEN BAZILARI:

The Red Snowball Tree 140 milyon bilet 1974

Disco Dancer 120 milyon bilet 1984

Awaara (The Vagabond) Hindistan filmi 100 milyon bilet 1954

Amphibian Man 100 milyon bilet 1962

War and Peace (Part I and Part II)94 milyon 500 bin bilet 1966 ; Tolstoy uyarlaması

Yesenia Meksika filmi 91 milyon 400 bin bilet 1975

Spartacus ABD filmi 91 milyon 200 bin bilet 1967

Pirates of the 20th Century 87 milyon 600 bin bilet 1980

Moscow Does Not Believe in Tears 84 milyon 400 bin bilet 1980

Struggle in the Valley-The Blazing Sun-Siraa Fil-Wadi- Борьба в долине Mısır filmi 25.800.000 bilet 1956

Sovyetlerin en ünlü erkek yıldızı Innokenti Smoktunovsky’dir (1925-1994). O’nun Hamlet’i canlandırdığı “Gamlet”(1964) Sovyetler Birliği sinemalarında 21 milyon 100 bin kişiye ulaşırken, besteci Çaykovski’yi canlandırdığı “Çaykovski” adlı film 23 milyon 700 bin kişiyi bulmuştur.

“Sudba cheloveka / The Destiny of a Man” (1959) Sergei Bondarchuk’un 1959 Moskova Festivali’nde birincilik ödülü kazanan filmi…Sovyetler Birliği sinemalarında 39 milyon 250 bin seyirciye ulaştı.

”Oni srazhalis za rodinu / They Fought for the Motherland / They Fought for Their Country” (1975) Sergei Bondarchuk’un bir başka filmi “They Fought for Their Country-Vatanları İçin Öldüler”dir. Alman istilacılara karşı Sovyet halkının kahramanca direnişini konu alan bu filmin Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 40 milyon 600 bine ulaşmıştır.

Yabancı film dalında OSCAR kazanan ikinci Rus filmi, Japonya’nın usta yönetmeni Akira Kurosawa’nın elinden çıkan aynı zamanda 1975 Moskova Film Festivali birincisi “Dersu Uzala” oldu…Dört milyon dolara malolan “Dersu Uzala” Sovyetler Birliği’nde 20 milyon 400 bin seyirciyi sinemalara çekti…