- Takipte Kalın
- Tweet
1071 yılının 26 Ağustos’unda, Malazgirt yani Muş
Ovasında, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın komutasında Bizans ordularını
yenen Türk ordusu, bu millete Anadolu’nun kapılarını ardına kadar açıyordu. Bu
zafer kazanıldıktan sonra akın akın Anadolu yarımadasına yerleşen Türk ulusu,
yüzyıllar boyunca bu toprakları anayurt olarak bilip, korudu.
20. yüzyıla gelindiğinde, sanayi devrimlerini
yapmış Avrupalı uluslardan, Britanya adasında yerleşik İngilizler, Asya ve
Afrika’da ve dahi okyanus ortasında yer alan, uzak kara parçaları Avusturalya
ve Yeni Zelanda’da kurdukları sömürge düzeni ile yarattıkları emperyal düzene
güvenip, Asya ile Avrupa’nın geçiş noktası olan ve hem ticarî, hem askerî
strateji açısından çok önemli bir kara parçasını yani Anadolu’yu ve 14.
Yüzyıldan itibaren Türklerin yerleştiği Balkan topraklarını ele geçirmek üzere
harekete geçtiler.
Etraflarına da, kendilerine 16. Yüzyılda Devlet-i
Âliyye sultanı I.Süleyman (Kanunî) tarafından ticaret hakkı (kapitülasyon)
tanınmış Fransızları ve Osmanlı Sultanı 5.Mehmet Reşat tarafından, 1912 yılında
Lozan kentinin Oushi (Uşi) mahallesinde yapılan antlaşma ile Ege Denizi’ndeki
12 adalar verilmiş olan İtalyanları alarak, Türk topraklarına önce denizden,
sonra karadan saldırdırdılar.
18 Mart 1915’te denizde dersini alan bu birleşik
devletler donanması, birçok gemisini Çanakkale Boğazı’nın dibinde bırakarak
çekildi. Uzak ülkelerden getirdikleri toplama sömürge insanlarını 25 Nisan
1915’de karaya çıkartarak saldırdıkları Gelibolu yarımadasından da 9 Ocak 1916
tarihinde Mustafa Kemal’in dehasının ürünü olan savaş taktikleri sayesinde,
topyekün tahliye edildiler.
Ege denizinin soğuk kuzey bölgesi sularının tadına
baktıkları halde, bundan da ders almayan İtilaf devletleri, Birinci Pazar
Paylaşım Savaşı sona erip, savaşı galibiyetle noktaladıklarını görünce, 1919
yılı 15 Mayısında bu kez Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanlıları, burası sizin
yurdunuz diye tanımladıkları Batı Anadolu’ya, bölgenin en güzel yerleşimi İzmir
üzerinden saldırttılar. Yunanlılar İngilizlerin gazı ile çıktıkları İzmir’den
hareketle Anadolu içlerine ilerlemeye başladılar. Yaptıkları iş boylarından
büyüktü, ama arkalarındaki İngiliz gücüne güvenip, yağmalar yaparak, tecavüzler
ederek, yakıp, yıkarak ilerliyorlardı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları olacakları çok önceden
görmüşler ve çarenin Anadolu’ya geçerek orada bir hareket başlatmakta olduğunu
belirlemişlerdi.
16 Mayıs 1919’da yani Yunan işgalinin ertesi günü
İstanbul’dan ayrılıp, 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya’da imzalanan ateşkes
antlaşmasına kadar geçen üç buçuk yıllık Kurtuluş Savaşı sürecinde, Anadolu’nun
kurtuluşu için yaşamlarını hiçe sayarak, savaş hattında yer alan ve
muharebeleri yerinde yöneten bir dâhinin ve onunla yekvücûd olmuş silah
arkadaşları ile bu yurdu vatan bellemiş bir halkın destanı yazıldı.
Elbette 26 Ağustos 1922 günü, Malazgirt Meydan
Muharebesinin yıldönümünde Kocatepe’den başlayan Büyük Taarruz ve 30 Ağustos
Başkumandanlık Meydan Muharebesi ile taçlanan Büyük Zafer bize bugün, bu
topraklar üzerinde özgür yaşamanın yolunu açtı. Bu kez de Yunanlılar 9 Eylül
1922’de Ege’nin biraz daha ılık sularının tadına İzmir Körfezinde baktılar.
Özgür bir ülke olarak yaşamanın kapısını Türklere
sonsuza kadar açan deha, Yani Mustafa Kemal Atatürk, zaferi kazanırken, çok
ince bir diplomasi stratejisini de askerî harekâtın yanında sürdürdü ve
karşısındaki düşmanı şaşırtan, çok uluslu bir güç olan bu düşmanı yerinde
hareketlerle bölmeyi, birbirine düşürmeyi planlayan ve uygulayan zekasıyla,
savaşı en kritik anlarda kendi lehine çevirmeyi bildi.
Üç yıl önce düşman saflarında yer alan
İtalyanlarla, Fransızlar nasıl oldu da Türk Ordusuna saygı duyarak, savaş
alanını sessizce terk ettiler?
Burnu havada İngilizlerin o dönem başbakanı olan
Lloyd George nasıl oldu da “Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki
20. yüzyılın dâhisi Türklere nasip oldu ve kader onu bizim karşımıza çıkardı.”
diyebildi?
İşte bu olguları ve ülke içinde savaş hüküm
sürerken, Ankara’nın siyasî arenasında da kendine muhalif ve hâlâ saltanat
sevdalısı olanları nasıl dize getirdiğini, İnsan Yönetme sanatı olan politikayı
ve diplomasiyi nasıl kullandığını başka bir yazımızda inceleyeceğiz.
Mustafa Kemal olmak işte böyle bir şey.