- Takipte Kalın
- Tweet
Antalya’da
yaşamanın keyifli ve kolay olduğunu düşünüp, yıllar öncesi Mega Köyü (İstanbul)
terk edip bu kente yerleştim.
Ama ne yalan
söyleyeyim, bu kadar güzel olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Antalya Yüce
Önderimizin dediği gibi gerçekten de “Dünya’nın En Güzel Yeri”. Ayrıca da
yaşaması en rahat, en keyifli kentlerinin başında geliyor.
Doğası, Kent
Yapısı, Günlük Yaşamın Rahatlığı, Denize, Doğaya ve Kültürel Etkinliklere
kolaylıkla ulaşabilme olanağı, bu kenti ülkemizin, özellikle Büyükşehir
statüsündeki illeri arasında öne çıkarmakta.
Son dönemde,
yani Pandemi dediğimiz, insanoğlu tarafından daha önceden tanınmayan bir
virütik bela ile tanıştığımız günden, bugüne geçen sürede, Antalya’da yaşamanın
ne denli ayrıcalıklı olduğunu yakından izledik, hala da izlemekteyiz.
Ülke
ekonomisinin yerlerde sürünmeye yüz tuttuğu günümüze kadar, bu kentte oluşan
piyasa fiyatlarının, büyük kentlerdeki fiyatlamaları kıskandıracak ölçüde düşük
olması, Antalyalıların büyük şansı oldu.
Peki bu
düşük fiyatlar nasıl oluşmaktaydı? Elbette bu kentin coğrafi konumu ile ve
maliyet girdilerinin düşük olması ile paralel ve bağlantılı bir durumdu bu.
Bu kent
üreten bir kent. Turizmin olduğu kadar, tarımın da başkenti. Hani toprağa
parmağını soksan yeşerir diye bir deyiş vardır Anadolumuzda. Özellikle Çukurova
için böyle söylenir. Antalya için bu deyiş tam biçilmiş kaftandır.
Akdeniz
ikliminin, yani subtropikal iklimin tüm nimetleri Antalya ovalarından,
yaylalarından fışkırır. Hatta Sera dediğimiz yapay iklimlendirme ortamlarında
12 ay sürer tarımın her türlü ürünü.
Bu ilde,
meyve, sebze üretiminde yazlık, kışlık ayrımı ve turfanda kavramı yoktur.
Diğer
illerde taşımacılık bindisi ile durmadan yükselen ve keseleri yakan fiyat
oluşumları bu kentte yaşanmaz, yaşanmaz da, diğer üretim maliyetini etkileyen
girdiler artık burada da fiyatların dikine yukarı gitmesine neden olmakta.
Girdi
maliyetleri fırladıkça, üretim zorlaşmakta, ucuz üretmeye, ucuz satmaya alışkın
üretici bir türlü dengeleri tutturamamakta.
Çünkü, yerli
üreticiye hiçbir mali destek (sübvansiyon) sağlamayan, adeta “ne haliniz varsa
görün” diyen yöneticiler, diğer illerdekiler gibi Antalya üreticisini de
kaderiyle başbaşa bırakmakta, bu da bu kentin semt pazarlarında bile yüksek
fiyatların oluşmasına neden olmakta.
Yüksek
maliyetli üretim, diğer illere ulaştırılırken, üstüne bir de akaryakıt ve
komisyoncu bindileri eklenince İstanbul başta olmak üzere diğer illerde anormal
fiyatlar oluşmakta.
Bir de hiç
olmaması gereken bir politika izleyerek, ihracatçı olan ülkemizi her malın
ithalatçısı haline getiren hükumet, Tarım ve hayvancılıkta bin yıllar boyu
ürettiği tükettiğine yeten nadir ülkelerden biri olan, 1960’lı yıllarda
kendisine Avrupa’nın Tarım tedarikçiliği teklif edilen Türkiye’yi bugün,
dünyanın tarım ithalatında önde gelen ülkesi haline getirmiştir.
Bu da tarımı
ne yazık ki bitme noktasına getirmiştir ülkemizi.
Son
günlerdeki döviz kuru faciası ise tüm bu negatif etkilerin üzerine tuz biber
ekmiş, tarımın bütün girdileri akıl almaz biçimde yükselerek, üretimi imkânsız
noktalara sürüklemiştir.
Faiz, Kur,
Enflasyon sarmalında ne yapacağı, nereye gideceği belli olmayan piyasa
ekonomisi tamamen iflas etmenin eşiğine gelmiş, büyük, küçük üreticiler, buna
sanayi üreticileri de dahil olmak üzere her gece yatağa girdiklerinde ertesi
gün nasıl bir piyasa ile karşılaşacaklarını düşünmekten uyuyamaz olmuşlardır.
TL’yi dövize
endeksli mevduatta tutmayı önererek, insanları boş hayaller peşinde koşturmak
bu yaraya merhem olmayacaktır.
Piyasalara
yön vermeye çalışan yöneticilerin, bu ülkede yaşayan üreticileri teşvik edecek
tedbirleri ithalattan vaz geçerek hemen almaları, ülkenin eksi bakiyesini
artıya çevirmenin reel yollarını, bu işin uzmanlarına kulak vererek bulmaları
ve ivedilikle uygulamaları gerekmekte.
Yoksa “YANDI
GÜLÜM KETEN HELVA”.