Ekim 2016'da, 8 yıl önce, Acun Ilıcalı'nın sahibi olduğu TV 8' deki "Aramızda Kalmasın" programında şarkıcı Madonna'nın (1958 doğumlu) hayatını, aşklarını, sevgililerini, ilişkilerini anlattığı iddia edilen Sabahattin Ali'nin romanı Kürk Mantolu Madonna (1943) nihayet sinemaya uyarlanıyor...

UZUN YILLARDIR KÜRK MANTOLU MADONNA UYARLAMASIYLA BİRLİKTE ANILAN SANATÇILAR:

Çok uzun yıllardır, Sabahattin Ali'nin romanı "Kürk Mantolu Madonna"nın dizi film ya da sinema filmine uyarlanacağına ilişkin çok sayıda, hatta inanılmaz sayıda haber yayınlandı...

Yaklaşık on yıldır bu romanın uyarlamasıyla ilgili haberlerde adı geçen sanatçıları derledim:

OYUNCU ADAYLARI

"La môme" filminde (2007) şarkıcı Edith Piaf'ı canlandırarak Oscar ve Altın Küre kazanan Marion Cotillard, Öykü Karayel, Beren Saat, Burcu Biricik, Salih Bademci...

YÖNETMEN ADAYLARI

‘Aus dem Nichts- In The Fade’ (Paramparça; 2017) filmiyle konuşma dili İngilizce olmayan yılın en iyi filmi dalında Hollywood / Los Angeles'ta Altın Küre Golden Globe kazanan yönetmen Fatih Akın, Enes Ateş, Onur Saylak...

SENARYO YAZARI ADAYI

Ece Yörenç

Ekim 2016'da Acun Ilıcalı’nın sahibi olduğu TV8’de yayınlanan ‘Aramızda Kalmasın’ isimli magazin programında, filmi çekileceği açıklanan Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’ adlı romanı için, “Şarkıcı Madonna’nın hayatı enteresan olabilir, aşkları falan” yorumu yapıldı.

Programda sunuculardan Funda Özkalyoncuoğlu’nun yorumu şöyleydi:

“Kitaplar filme uyarlanınca, o işi ben sevmiyorum. Dünyada da örnekleri var. Zorlamanın ne anlamı var diye düşünüyorum. Yine de Madonna’nın hayatı enteresan olabilir; aşkları, ilişkileri falan.”

Program yönetmeninin program moderatörü Jess Molho’yu uyarması sonucu kitabın 1943 yılında yayınlandığını öğrenen Kalyoncuoğlu, duruma ‘hala’ anlam veremeyerek bu kez “1943? Madonna var mıydı o zamanlar?” sorusuyla ‘Madonna’ yorumunda ısrar etti. 'Madonna'nın hayatı bizim için enteresan olabilir' dedi...

Program moderatörü Jess Molho 'Yalnız bu kitap 1943'te yayınlandı. Sabahattin Ali bu kitabı askerlik yıllarında çadırda yazmış' diye uyarınca şaşıran Özkalyoncuoğlu ve programın diğer sunucusu Sena Keçeli'nin 'Madonna var mıydı o zamanlar?' demeleri sosyal medyaya bomba gibi düştü.

Kalyoncuoğlu kitabı okuduğunu da iddia etti...O kitabı okumuş, herkes de bu kitabı okumalıymış!

Film uyarlamasının şarkıcı Madonna üzerinden olacağını ‘düşündüğünü’ vurgulayan Kalyoncuoğlu şöyle devam etti: “Kitabı okudum ama sana anlatabileceğim, altını çizebileceğim bir nokta yok. Sabahattin Ali çok önemli bir yazar. Herkesin onun kitaplarını okuması lazım ama nasıl olacak bilmiyorum, senaryoyu gözümde canlandıramadım.”

Sabahattin Ali'nin eserine yapılan saygısızlık sosyal medya kullanıcıları tarafından mizahi bir dille eleştirildi.

Hürriyet.com.tr'ye konuşan Funda Özkalyoncuoğlu, bu yanlışlığın çok büyütüldüğünü belirterek şunları söyledi:

"Ben konuyu yanlış yerden anlamışım. Ben "Kürk Mantolu Madonna" kitabını okuyalı belki 40 yıl olmuştur. Çok hatırlamıyorum. Bu cahilliğimin bu kadar olay olmasına çok şaşırdım ve kırıldım. Beni kimse savunmadı. Benim 39 yaşında ölen anneme bile küfür ediyorlar. Bunu anlamak mümkün değil. Ben ne yapmışım, hırsızlık mı yaptım, cinayet mi işledim. Ben tarihçi, edebiyatçı değilim. Bir magazin programında yorum yapıyorum. Benim cahilliğim bir işe yaradı; bir ülkenin merhamet ortalamasını ortaya çıktı. Edebiyatseverlerin daha naif daha affedici olması gerekirken beni linç ettiler."

Twitter'da en çok konuşalanlar listesine girmeyi başaran Özkalyoncu'nun, 24 Eylül 2013'te attığı bir tweet de en çok paylaşılanlar arasına girdi. Özkalyoncu tweetinde "Çok cahil var çokk…napıcaz?" ifadesini kullanmış.

Özkalyoncu'nun, ayrıca 26 Ağustos 2012 tarihinde attığı tweetde ise "Bu ülke vatandaşı kitap okumuyor canım" diye yazdığı ortaya çıktı.

Kürk Mantolu Madonna romanı "Aramızda Kalmasın" programından hemen sonra Twitter'da TT olmuştu...

Bazı yorumlar şöyleydi:

"Kürk mantolu madonna'yı kahvenin yanında yenilen bir çeşit kek falan da sanabilirlerdi...En azından kitap olduğunu bilerek sallamışlar."

"Okumuyor aydın karanlıklarımız ama daima ahkam kesiyor.."

"Dünyada 1 tane Madonna olduğunu sananlar var hala."

"Biliyorsununuz Kürk Mantolu Madonna'da Madonna'nın kürk giymek için panter Emel gibi hayvan hakları savunucularıya mücadelesi anlatılıyor!"

Sabahattin Ali kimdir?

25 Şubat 1907'de Edirne Vilayeti'nin Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere kazasında doğmuştur. İstanbul Öğretmen Okulu'ndan mezun olan Ali, bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yapmış daha sonra Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya giderek iki yıl orada okumuştur.(1928 - 1930) İlerleyen yıllarda Aydın ve Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapmıştır.

Kaleme aldığı şiirleri, öyküleri ve romanları sebebiyle yıllarca suçlanmıştır. Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatmış, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı 'Ne Zor Şeymiş' başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: 'Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi'.

Kürk Mantolu Madonna'nın konusu:

Kürk Mantolu Madonna’nın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi’dir. Raif Efendi içine kapanık, melankolik, sessiz ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğer, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamaz. Sevmediği bir kadınla evlenir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön veremez, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olur ve bunu günlüğüne aktarır. 20’li yaşlarında babasının isteği üzerine gittiği Berlin’de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak aşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış “Madonna delle Arpie” isimli tablodaki Madonna’nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini fark etmez.

Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seanslarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder’dir. Maria, Raif’in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir. Maria’nın karakteri Raif’e göre daha dominanttır. Kendisinin bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını Raif’e anlatır. Hatta Raif’i de çok naif bulduğunu dile getirir. İkisi bu özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlarlar ve uzun süren bir arkadaşlık başlar. Raif Maria’yı çok sevmektedir fakat Maria’nın kendisine olan hislerinden emin olamaz. Yine de onun her istediğini yapmaya çalışır. İkisi beraber rüya gibi günler geçirirler fakat her zaman olduğu gibi bu romanda da hikayenin sonu kötü biter. Bir gün Raif, babasının öldüğünü öğrenir. Havran’a dönme kararı alır. Maria ile burada mektuplaşmaya devam edecektir.

Birkaç mektuptan sonra, Maria’nın mektupları kesilir. Raif bunu hayra yormaz ve Maria’nın kendisinden sıkıldığını, vazgeçtiğini düşünür. Raif’in asla bitmeyecek olan kasvetli günleri burada başlar. Sevmediği bir kadınla evlenir. Ancak mektupların kesilmesinden tam on yıl sonra Raif, Maria’nın akrabasını Ankara’da görür. Ondan da Maria’nın öldüğünün haberini alır. Üstelik Maria’nın mektuplarında sadece “iyi haber” olarak nitelendirdiği gerçeği de o anda öğrenir. On yıl önce Maria, Raif ile kız çocuklarını dünyaya getirdikten bir hafta sonra koma halinde ölmüştür. Ölümünün yaklaştığını anladığında, bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını genç iş arkadaşından rica eder. Genç iş arkadaşı da Raif Efendi ile ilgili bu gizemi çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmek için defteri okur.

Sabahattin Ali’nin En Etkileyici Romanı ‘Kürk Mantolu Madonna”ya Önsöz – Füsun Akatlı

Sabahattin Ali’nin talihsizliklerle örülü yaşamı, gizemli yönleri hala tam aydmlatılamamış trajik ölümü, sanatçı ruhunun tutkulu derinlikleri ile ülke gerçeklikleri karşısındaki toplumsal bilinci arasında kimi zaman kurabildiği uyumlu denge, kimi zaman da bireyin iç dünyasına eğilen şikayetçi, karamsar ve melankolik bir ruhun patlamaları şeklinde kendini gösteren iç derinliği, onu modern edebiyatımızın kolayca etiketlendirile-meyecek öncü yazarlarından biri olarak, çeşitli yönleriyle bugün yeniden, yeni bir edebiyat merceği altında incelenmeye değer kılmaktadır. Şimdiye dek çoğunlukla, oldukça kaba ve şematik bir yaklaşımla, hep Sait Faik ile birlikte, Türk öykü edebiyatının iki karşıt eğiliminin temsilcileri olarak tanınmış ve tanıtılmıştır.

Bu yaklaşım Sait Faik’i “bireyci”, Sabahattin Ali’yi “toplumcu” etiketleriyle özetlemekte; pek tabii ki her ikisi de gerçek ve güçlü edebiyatçı kimlikleriyle, bu sığ değerlendirmeyi çok aşmakta, hatta yapıtlarından çıkarılabilecek pek çok örnekle neredeyse geçersiz ve anlamsız kılmaktadırlar.

Çağdaş öykü edebiyatımızın 50’li yıllardan bu yana ürün veren ustalarını da, birini Sabahattin Ali’nin, diğerini Sait Faik’in temsil ettiği iki farklı -neredeyse karşıt- çizgi üzerinde görme ve öyle değerlendirme eğilimi de, aynı sığ yaklaşımın bir sonucu olarak görülebilir. Kuşkusuz, edebiyatı edebiyat dışı alanların hizmetinde, ikincil bir “misyon” olarak kabul eden böylesi önyargılı bir yaklaşımla, yalnızca Sabahattin Ali ile Sait Faik değil, hiçbir gerçek yazar gereği gibi değerlendirilemez.

Romanlarından çok öyküleriyle tanınmış olan Sabahattin Ali adına, ailesi tarafından 1980’li yılların başında kurulmuş olan ödül kurumu ne yazık ki uzun ömürlü olamadı. Seçici kurul üyelerinden biri olarak katılımcıların ürünlerini değerlendirme fırsatı bulduğum bu ödül, öykü dalının yanısıra inceleme ve eleştiri dalında da özendirici olabilseydi, belki bugün bu değerli yazarımızı bize yeni bir ışık altında gösterecek ilginç çalışmalar derlenebilecekti. Kültür ve sanat alanlarında 80’li yıllarda başlayan ve giderek tırmanan vurdumduymazlık, Türk edebiyat ortamından bu olanağı da esirgedi. Eserlerinin yeniden yayımlanması, yeni bir okur kuşağı için Sabahattin Ali’nin yeniden keşfedilmesi olanağını yaratabilirse, bu edebiyatımız için gerçek bir kazanç olacaktır.

Kürk Mantolu Madonna (1943); Kuyucaklı Yusuf (1937) ve İçimizdeki Şeytan (1940) ile birlikte, Sabahattin Ali’nin roman türündeki eserlerindendir. Belki, -kendisinin de yaptığı gibi— Kürk Mantolu Madonna’ya uzun hikaye (novella) demek daha doğru olur. Ama kurgu ve yapı olarak hikayelerinden farklı olan bu eser, roman ya da uzun hikaye, Sabahattin Ali’nin yüzeysel olarak “toplumcu yazar” etiketiyle özetlenmesinin te-melsizliğini gösteren güçlü bir örnektir. Evet, o dünyaya ve hayata bakışı ile olsun, yaşamının çileli macerasını belirleyen yazgısı ile olsun, elbette toplumcudur. Eserlerinde bu bilincin yansımalarına elbette rastlanmaktadır. Ama yazar olarak, yaşadığı ve edebi eğilimler üzerinde etkisini sürdürdüğü dönemin, sınırları kalın çizgilerle belirlenmiş bir akımı içerisine hapsedilmesi ve orada tutulması, edebi kişiliğine karşı haksızlık olacaktır.

Roman, İkinci Dünya Savaşı’nı önceleyen yıllarda yaşanmış tutkulu ve marazi bir aşkı eksen almakta, atmosferi ve yarattığı etki ile, ondokuzuncu yüzyıl Rus anlatı edebiyatının -özellikle de Dostoyevski ve Gogol’ün- çağrışımlarını taşımaktadır. Yazarın Berlin’de geçirdiği iki yıllık (1928-30) öğrencilik döneminin esinlemiş olabileceği bu uzun öykünün ilk çeyreğinde, yeni bir işe giren bir küçük memurun; kendini,memuriyet yaşamının küçük ve dar dünyasını ve karşılaştığı hiç de ilginç biri gibi görünmeyen bir başka küçük memuru -Raif efendiyi- tanıttığı neredeyse bütünden bağımsız gibi görünen bölüm yer almakta. Daha ilk satırlarda, bu anlatıcının, hiç de sık rastlanmayan özellikleriyle Türk romanının çok özgün bir karakteri olan Raif efendiyi okura: “”Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz i dünyadan uzak, buna rağmen bir iinsana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor.

Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: ‘Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?’ cümleleriyle tanıtıyor. İlk 60 sayfalık bölümde, anlatıcının kendisinin de, tamı tamına böyle biri olduğu izlenimini ediniyoruz.

Romanın esas gövdesini oluşturan ikinci bölüm ise, bir Rus öyküsünden fırlamışa benzeyen ve o öykülerdeki anlaşılmaz hummalı hastalıklardan biriyle ölüm döşeğine sürüklenen Raif efendinin siyah kaplı bir deftere döktüğü tutkulu aşk hikayesi. 20 Haziran 1933 tarihini atarak başladığı bu defterde Raif efendi, on yıl öncesine dönerek, Berlin’de bir resim galerisinde rastladığı bir kürk mantolu kadın portresinin ruhunda ateşlediği tutkuyu ve o portrenin ressamı ve modeli olan gizemli kadınla yaşadıklarını hikaye ediyor.

Yazarı da etkilemiş olduğunu düşünebileceğimiz esin kaynağına ilişkin bir ipucunu Raif efendinin defterindeki şu satırlarda bulabiliriz sanıyorum: “Üzerimde en çok tesir yapanlar Rus muharrirleriydi.

Turgenyef’in koskocaman hikâyelerini bir defada sonuna kadar okuduğum oluyordu. Hele bunlardan bir tanesi günlerce sarsmıştı.

Klara Miliç ismindeki bu hikâyenin kahramanı olan kız, oldukça saf bir talebeye âşık oluyor, fakat buna dair hiç kimseye bir şey söylemeden, böyle bir aptalı sevmenin hicabıyla, müthiş iptilasının kurbanı olup gidiyordu. Bu kızı nedense kendime pek yakın bulmuştum, içinden geçenleri söyleyememek, en kuvvetli, en derin, en güzel taraflarını müthiş bir kıskançlık ve itimatsızlıkla saklamak cihetinden onu kendime benzetiyordum.”

Süslerden uzak, yalın, ama yine de anlatının özünü yansıtmaya çok elverişli görünen şiirli bir dille, sürükleyici bir ‘tahkiye’ ile kaleme alınmış olan bu defter, Türk anlatı edebiyatının küçük ve zarif bir mücevheri gibidir. İlk basımı 1943 yılında yapılmış olan bu kitabı, altmış yıl sonrasının okuruna sunarken, dilinde ve anlatımında bir sadeleştirmeye gitmek gibi bir edebiyat barbarlığından kaçınan yayınevini, edebiyata, yazara ve okura saygısından ötürü kutlamak isterim. Genç okurların da, gerçek edebiyat zevkini ancak, Halit Ziya’lardan Sabahattin Ali’lere, onlardan günümüze uzanan, Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın dil zenginliği ve lezzeti taşıyan bu yapıtlarını “aslından” okumakla tadabileceklerinin bilincinde olmaları,dünden bugüne düşen ışığın kaynaklarına ilgi göstermeleri kendi kazançları olacaktır.

Şubat 2002

Füsun Akatlı

Kürk Mantolu Madonna (Yapı Kredi Yayınları)

SABAHATTİN ALİ HAKKINDA NOTLAR:

Herkese içindeki iyilik kadar iyi bir hayat dilerim…

Sabahattin Ali

"Haydi, deniz kenarına bir yere gidip dolaşalım…

Bugün canım insan yüzü görmek istemiyor; geniş, uçsuz bucaksız bir şeye ve sana bakmak istiyorum.."

Sabahattin Ali

“İsteseler canımı vereceğim çoğu insanı hayatımdan çıkardım. Çünkü yokluklarına üzülmek, yaptıklarına üzülmekten daha kolay...”

Sabahattin Ali

Satın alınamayan şeyleri severim ben.

Deniz gibi,

Gökyüzü gibi,

Ay ve Güneş gibi…

Ve "Sevgi" gibi..!

Sabahattin Ali

Okuldan eve gelirken yolda kitap okumayı çok seven Sabahattin Ali"nin başına pek çok şey gelmiş bu nedenle…

Günün birinde annesi evlerinin köşe penceresinden dışarıya bakarken Sabahattin Ali'nin yine kitap okuyarak geldiğini görmüş. Arkasından bir kız çocuğu koşa koşa gelip ona taş atmış. Taş omzuna çarpmış ve canı çok yanmış. Annesi hemen kapıya koşmuş ve

“Sabahattin neden o kız sana taş attı?" diye sormuş.

“Anneciğim çizgi oynuyorlarmış görmeden çizgilerine basmışım." Annesi:

“Al şu taşı da git sende ona at" deyince taşı almış geriye dönmüş Annesi de pencereden bakmaya başlamış.

Sabahattin Ali köşeye kadar yürümüş, arkasına bakmış. Annesini pencerede görmeyince taşı yere bırakıp dönmüş.

Eve dönünce annesi sormuş:

“Neden taşı o kıza atmadın?"

Sabahattin Ali : “Onun da mı canı yansın anneciğim?"

İngiltere'ye ya da Fransa'ya yerleşmek isteyen, ancak muhalif, eleştirel, alaycı, iğneleyici, taşlayıcı yazılarından, hicivlerinden dolayı cezaevinde yatan, bu nedenle kendisine pasaport verilmeyen, Türkiye'de Komünist bir idare kurulmasını arzuladığı iddia edilen, "Kürk Mantolu Madonna" ve "Kuyucaklı Yusuf" yazarı Sabahattin Ali (1907'li) Suriye sınırından yurt dışına kaçamayınca şansını bu kez Bulgaristan sınırında denemek istemişti...Çıktığı bu yolculukta Nisan 1948'de kendisini öldüren, silah çalmak suçundan dolayı ordudan ihraç edilen eski bir subay olan Ali Ertekin'di...

Türkiye'de sosyal adalet ve fırsat eşitliği sağlanmasını istemişti; Sabahattin Ali

Sabahattin Ali, Türkiye'de fırsat eşitliği, hukuk devleti, sosyal adalet, ifade özgürlüğü, ifadeni / düşünceni açıkladığında ya da hükümeti eleştirdiğinde ceza görmeme garantisi, devletin tüm vatandaşlarına eşit mesafede durmasını, olanda çok olmayanda hiç yok düzeninin yıkılmasını, insanların işverenleri ve hükümetleri tarafından sömürülmemesini, İskandinav ülkelerinin vatandaşları hangi haklara sahipse Türk vatandaşının da aynı haklara sahip olmasını, hükümetlerin harcamalarının şeffaf ve denetlenebilir olmasını, hükümetlerin halklarına hesap vermesini talep ediyordu...

Sabahattin Ali'nin kızı / tek çocuğu Filiz Ali (1937) “Babamın bir defin belgesi bile yok. Nereye gömüldüğü bilinmiyor. Olayın iç yüzü bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün iktidarlar tarafından ısrarla aydınlatılmadı. Sabahattin Ali 70 yıldır kayıptır”

Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali : "Babamın mektupları öldükten çok sonra, 15 – 20 sene sonra annemin sandığı açmasıyla ortaya çıktı. 1970’li yıllarda babamla ilgili bir kitap yazmaya kalkışınca, hâlâ hayatta olan bütün arkadaşlarına başvurup anılarını yazmalarını istediğimde, annem de o sandıktaki eski Türkçe belgeleri, çevirmeye başladı. Onları o zaman okuyabildim. Biz bu kitabı hazırladığımız vakit, annem babamın Ayşe Sıtkı adında bir hanıma yazdığı mektupları da çevirmişti. Onları da yayınladık. Basıldıktan sonra, babamın Yüksek Öğretmen Okulu’ndan arkadaşı, Pertev Naili Boratav beni aradı ve “Ayşe Hanım’a sordunuz mu?” dedi. Ben de “Ben nerede olduğunu bilmiyorum ki” dedim. “Ama alınmış” dedi. Anneme sordum o da bilmiyormuş, hatta en son Ankara’da görmüş, “Sabahattin, sana da mektuplar yazdı. O mektuplar nerede?” diye sormuş, o da “Kayboldu” demiş. Sonra Ayşe Hanım o mektupları yayınladı. “İki Gözüm Ayşe” adıyla. Babamın ona yazdığı mektuplar, benim için çok önemli mektuplardı çünkü o mektuplarla, ben doğmadan önceki Sabahattin Ali’yi tanıdım. O mektuplar hapishaneden yazıldığı için çok iç döken, içinde ne var ne yoksa anlattığı mektuplardı…"