1960'LARIN SÜPER ZENGİNİ RÜÇHAN ADLI ÖNCE NEBAHAT ÇEHRE'YLE SONRA TÜRKİYE'NİN SOPHIA LOREN'İ TÜRKAN ŞORAY'LA SEVGİLİ OLMUŞTU...EN GÜZEL KADINLAR RÜÇHAN ADLI'NIN EN ÖZEL İLGİ ALANIYDI...
19 Haziran 1969: Metin Erksan’ın Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir yazıda Turhan Gürkan’a “Dünyanın en büyük romancılarından biri olarak tanımladığı Kemal Tahir, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Turhan Gürkan’a Yılmaz Güney’in “Seyyit Han –Toprağın Gelini”yle ilgili şunları söyledi:
“Seyyit Han –Toprağın Gelini’ karşısında büyük heyecan duydum. Bence halk sinemasının halka bir meseleyi nasıl anlatması gerektiğini en kaba, en kaba olduğu için de en kestirme yoldan gösteriyordu. Ulusal sinemamızın belli başlı ana yollarından birine işaret ediyordu. Biz bu dönemde teknik yanlışlar, en açık senaryo hataları, hatta yer yer uygulamalar üzerinde durmamalıyız.Filmin genel havası yüzde yüz Türk’tür.Ayrıca dünyanın aradığı halk sineması koşullarına son derece uygun bir filmdir ‘Seyyit Han –Toprağın Gelini’.
Sözgelimi, aralıksız kurşun yediği halde kahramanın sendelememesi, hayatın gerçeğiyle, sinemanın gerçeği arasındaki büyük farkı belirleyen en iyi sahnedir.
Yılmaz Güney, gerçekten halkın arasından yetişmiş, halkın her şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır.Böyle sanatçılardan, bir aydın olarak benim de öğrenecek çok şeyim olduğuna inanıyorum.”
CAMLARI KIRIN KUŞLAR KURTULSUN
Uzun yıllardır, Yılmaz Güney biyografisiyle birlikte anılan oyuncular arasında Akın Gazi, İsmail Hacıoğlu, Caner Cindoruk ve Cihangir Ceyhan, yönetmenler arasında Mahsun Kırmızıgül, Fatih Akın ve Yüksel Aksu da bulunuyordu...
Fatoş Güney: “Cannes’dan “Yol”un Altın Palmiye’siyle dönerken cebimizde eve gidecek paramız yoktu!.. ”Umut” (1970) filmi için gerekeni kuruş kuruş biriktirmiştik…”Yol” (1982) filmi için hapishanedeki mahkumlar dayanışma göstermişlerdi…Yılmaz Güney’in parası yoktu; çünkü parasını hep çevresindekilere dağıtırdı!”
Fatoş Güney'in Yılmaz Güney'in hayatını konu alan “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” adlı kitabının beyazperde uyarlamasında daha önce şarkıcı Cem Karaca'yı canlandıran İsmail Hacıoğlu Yılmaz Güney'i canlandıracak daha önce Cem Karaca'nın Gözyaşları'nı yöneten Yüksel Aksu filmi yönetecek...Filmin yapımcısıysa Midwood adlı şirketin sahibi Ahmet San...
Öte yandan, Yılmaz Güney'in yakın dostu ve çalışma arkadaşı film yapımcısı Abdurrahman Keskiner'in anıları "Prodüktör" adıyla Alfa Yayınevi'nce kitap haline getirildi... Anıları kitaplaştıran ise Ali Can Sekmeç...
1960'LARIN SÜPER ZENGİNİ RÜÇHAN ADLI ÖNCE NEBAHAT ÇEHRE'YLE SONRA TÜRKİYE'NİN SOPHIA LOREN'İ TÜRKAN ŞORAY'LA SEVGİLİ OLMUŞTU...EN GÜZEL KADINLAR RÜÇHAN ADLI'NIN EN ÖZEL İLGİ ALANIYDI...
Film yapımcısı, moda tasarımcısı, terzi Mualla Özbek, Duygu Sağıroğlu’nun yöneteceği, Yılmaz Güney ile Türkan Şoray’ın oynayacağı bir film yapmayı çok istemesine rağmen bu amacına ne yazık ki ulaşamamıştı...
Film yapımcısı İrfan Ünal (1932) 1965'te Akün Film Yapımevi'ni kurmuştu...1972'de Kemal Bilbaşar'ın "Cemo" adlı romanını Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve Yılmaz Güney'in baş rollerini üstleneceği bir film haline getirmek isteyen İrfan Ünal, Hülya Koçyiğit ve Yılmaz Güney'den "Evet", Türkan Şoray'dan "Hayır" yanıtını aldı...Türkan Şoray'ın (1945) 1962-1983 dönemindeki ondan 22 yaş büyük sevgilisi işinsanı Rüçhan Adlı (1923-1995) Yılmaz Güney'in çok zampara, çok çapkın, çok flörtöz,çok ukala, çok uçarı olduğunu öğrendiğinden, duyduğundan ateşle barutu (Türkan Şoray ile Yılmaz Güney'i) bir araya getirmek istememişti...Cemo'da yönetmen Atıf Yılmaz ve senaryo yazarı Ayşe Şasa'ydı...
Kadir İnanır da rol aldığı filmlerdeki baş rol kadın oyuncusuna aşık olmakla ve ilanı aşk etmekle çok meşhurdu...
Rüçhan Adlı Yılmaz Güney ve Türkan Şoray'ı bir araya getirmek isteyen tüm film yapımcılarına "Asla olmaz katiyyen olmaz" cevabını verdi ya da Türkan Şoray'a baskı yaparak onun ağzından "Asla olmaz katiyyen olmaz" cevabını verdirtti...
Türkan Şoray, Yılmaz Güney'in ölümünden çok sonra, Yılmaz Güney'in dünyanın en güzel bakan insanlarından biri olduğunu söylemişti...Türkan Şoray: “Yılmaz Güney, ben ona sinemanın büyücüsü derim. İnanılmaz bir sinema insanıydı. Maalesef, Yılmaz Güney ile bir filmde çalışamadık. O benim içimde her zaman en büyük acıdır. Onun kadar etkili, yürekten bakan bir insan görmedim. Yılmaz Güney ile birlikte bir film çevirseydim, her halde ona aşık olurdum” demişti...
HÜLYA KOÇYİĞİT
Hülya Koçyiğit Yılmaz Güney’i anlatıyor:
1966: Senaryosunu Lütfi Akad’ın yazdığı,Ertem Göreç’in yönettiği “Yiğit Yaralı Olur”, Hülya Koçyiğit filmin baş kadın oyuncusu olduğundan o güne kadar Yılmaz Güney’li filmlere yer vermeyen sinema salonlarında da gösterildi.
Hülya Koçyiğit: “Yılmaz Güney’le çevirdiğim Atıf Yılmaz’ın yönettiği, yapımcılığını Akün Film İrfan Ünal'ın yaptığı “Zeyno”da da şöyle bir olay yaşadım...Yıl 1970 Filmin afişi Elmadağ Şan Sineması’na asılmıştı.Afişte üstte Hülya Koçyiğit, altında da Yılmaz Güney yazıyor.Sabahleyin bir de baktık ki Hülya Koçyiğit yazısının üzeri kurşunlanmış.Tabii anladım: Yılmaz Güney gece gidip kurşunlamış afişi.”
Hülya Koçyiğit, Feyzan Ersinan’ın “Hülya Koçyiğit-Film Gibi Yaşadım” adlı kitapta bu durumu şöyle anlatır: “Dobra, dürüst biriydi Yılmaz Güney.Anadolu’dan gelen büyük bir rüzgardı.Yılmaz Güney’in adını duyurduğu filmler daha çok vurdulu kırdılı filmlerdi.İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde filmleri gösterilmezdi.Ben de onunla film çevirip çevirmeme konusunda çok düşündüm, ama sonunda kararımı verdim.Birlikte iki film çevirdik.
Atıf Yılmaz’ın asistanlığını yapmış, senaryo yazmış bir isimdir Yılmaz Güney. Ben de onunla film yaptığım dönemde onu yakından tanıma fırsatı buldum.O zaman da tesadüfen seçilmiş bir isim olmadığını gördüm.
Yılmaz Güney’le film çevirmemi teklif ettiklerinde ilk başta şaşırdım ama zamanla bu fikre alıştım. Yılmaz Güney’in filmleri önce Anadolu’da oynardı. Bizim filmlerimiz Yeni Melek Sineması’nda mı gösteriliyor, onun filmleri daha ikinci sınıf salonlarda oynardı. Haliyle ben büyük salonlara hitap ettiğimden, Yılmaz Güney ile yaptığımız filmler de büyük salonlarda oynadı.”Şehirleştirdim” diyemem ama büyük şehir insanın kafasındaki Yılmaz Güney imajını birlikte değiştirdik sanıyorum.
MUALLA ÖZBEK
Film yapımcısı Abdurrahman Keskiner Yılmaz Güney'in bir diğer film yapımcısı Mualla Özbek'in filmlerinde ücret almadan oynadığını söylemişti...
Yılmaz Güney’in koruyucu melekleri kimlerdi?
Yılmaz Güney’in çok sayıda koruyucu meleği vardı. Bunlardan biri hem Adalet Partisi’ne yakın, hem Emniyet Müdürlüğü’nde hatırı olan işadamı Ümit Utku’ysa, diğeri de Hürriyet Gazetesi sahibi Erol Simavi dahil dönemin kodamanları arasında nazı geçmediği olmayan terzi Mualla Özbek’ti (1914-1990).
Mualla Özbek Yılmaz Güney’in ikinci annesiydi...
”Ben Öldükçe Yaşarım”ın yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Duygu Sağıroğlu üstlenmiştir.Filmin yapımcısı ise o dönemde ve sonrasında Türkiye’deki modaya yön veren “Terzilerin Kraliçesi”, çok etkili Mualla Özbek’ti (1914-90). Yılmaz Güney, Mualla Özbek’i öz annesi gibi seviyordu. Hatta Mualla Hanıma “Ana” diye hitap ediyordu.
Mualla Özbek, Duygu Sağıroğlu’nun yöneteceği, Yılmaz Güney ile Türkan Şoray’ın oynayacağı bir film yapmayı çok istemesine rağmen bu amacına ne yazık ki ulaşamadı.Mualla Özbek’in filmlerinden baş rolünde Yılmaz Güney'in olduğu “Ben Öldükçe Yaşarım” (1965) ve diğer Yılmaz Güney’li filmleri sinema seyircilerinden büyük ilgi görmesine rağmen yapımcı olduğu diğer filmler yeterli seyirci sayılarına ulaşamayınca “Efes Film Yapımevi”, film üretim işinden çekilmiştir. Mualla Özbek, Yıldırım Mayruk’u da lanse eden kişidir.
“Efes Film Yapımevi”, Mualla Özbek’in yapımcılığını üstlendiği diğer filmler şunlardır:
*”At Hırsızı”, Yönetmen: Remzi Jöntürk. Oyuncular: Yılmaz Güney, Semiramis Pekkan ve Nihat Ziyalan.(1967)
*”Kuduz Recep”, Yönetmen ve Senaryo: Duygu Sağıroğlu.Oyuncular: Yılmaz Güney, Figen Say, Tuncel Kurtiz ve Metin Serezli.(1967)
*”Her Zaman Kalbimdesin”, Yönetmen: Duygu Sağıroğlu.Oyuncular: Türkan Şoray, Ekrem Bora, Suzan Avcı ve Tanju Korel.(1967)
*”Seni Affedemem”, Yönetmen ve Senaryo: Duygu Sağıroğlu.Oyuncular: Cüneyt Arkın, Hülya Koçyiğit ve Tanju Korel.(1967)
*”Yanık Kalpler”, Yönetmen ve Senaryo: Duygu Sağıroğlu. Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Kuzey Vargın, Tanju Korel ve Suzan Avcı.(1967)
*”Ya Sev Ya Öldür”, Yönetmen ve Senaryo: Duygu Sağıroğlu.Oyuncular: Fatma Girik, Kuzey Vargın ve Peri Han.(1967)
Bu kadar ayrıntıya inmemizin nedeni Yılmaz Güney’in yaşamından kimlerin gelip-geçtiğini saptamak içindir.Yılmaz Güney’i anlayabilmek için, yaşadığı ortamı, yaşadığı Türkiye’yi de anlayabilmemiz ve o dönemin Türkiye’sine ve filmcilik alemine yakından bakmamız gerekiyordu.
YAŞAR KEMAL
Yaşar Kemal Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Yılmaz Güney ilk kez benim bir senaryomla sinemaya girdi.1958’de ”Bu Vatanın Çocukları” adlı filmle. Yılmaz Güney’i ben sinemaya soktum. Filmcilere ben önerdim.Yılmaz’a da “oynar mısın? Böyle bir rol var,” dedim.Kabul etti.
Yaşar Kemal’in ismi, o yıllarda film sansür ve denetleme kurulunda sakıncalı ve yasaklı olduğundan filmin jeneriğine adı yazılamadı. Jenerikte Yaşar Kemal’in yerine Azmi Kütüval’ın adı geçer.Yaşar Kemal bu konuda Cumhuriyet Dergi’ye şu anekdotu anlatmıştır: “Kütüval bu senaryoyla ödüllendirildi.Sabahattin Eyüboğlu’yla gidip Kütüval’ın ödül törenini seyrettik.Benim yerime ödül aldı.”
ÇİRKİN KRAL
Çirkin Kral lakabının doğuşu...
Çirkin Kral lakabını Yılmaz Güney’e gazeteci Tarık Dursun Kakınç takmıştır. Tarık Dursun “Yılmaz Güney’e, beyazperdenin yakışıklı kralı Ayhan Işık kesme şeker gibi adam, senden olsa olsa Çirkin Kral olur” demişti.
O dönemde Milliyet Gazetesi için Yılmaz Güney’le söyleşi yapan Tarık Dursun ile Yılmaz Güney arasında şöyle bir konuşma geçmişti:
Tarık Dursun: “Nereden başlayalım?”
Yılmaz Güney: “Krallığımdan Aga’cım.”
Tarık Dursun: “Hangi krallığından Yılmaz’cığım, sinemada iki kral olur mu? Sinemada tek bir kral var, o da Ayhan Işık. Ayhan Işık kesme şeker gibi dört dörtlük bir erkek güzeli. Jön! Ya sen Yılmaz’cığım?”
Yılmaz Güney: “O kralsa Aga’cım ben de kralım.Ne yapalım, Ayhan Ağabey kesme şeker gibi düzgün bir kralsa, ben de çirkin kralım.O güzelse, ben de çirkinim Aga’cım.O güzel kralsa, ben de çirkin kralım, olmaz mı yani?”
Sokaktaki adam ya da Yılmaz Güney...
Temmuz 1965 : Sinema 65 Dergisi’nde Agah Özgüç Yılmaz Güney’i konu alır. Yazının başlığı “Sokaktaki Adam ya da Yılmaz Güney” dir.
Bu yazıdan bazı bölümler: “Yılmaz Güney’in sanatla ilk ilişkisi Fikret Hakan gibi kelimelerle başladı.Bazı san’at ve edebiyat dergilerine Y. Pütün takma adıyla hikayeler yazıyordu. İktisat Fakültesi’nde öğrenimine devam ederken, Atıf Yılmaz’la tanıştı. Ve onun aracılığıyla da sinemaya geçti.”
“Yılmaz’ın asıl amacı geçek oyuncu olmaktı.Ne var ki, bu ilk zorlamaları, direnmeleri hep boşa çıktı. O özlediği oyunculuk çizgisinin dışında kaldı.Bu başarısızlığın başlıca sebebi o sıralarda Orhan Günşiray, Göksel Arsoy gibi yakışıklı jönlerin sinemada kurdukları hegemonya idi.Üstelik kenar mahalle delikanlısı tipinin temsilciliğini yapan ve köşe başlarını tutmuş iki oyuncu daha vardı karşısında: Ayhan Işık’la Eşref Kolçak. Böyle bir dönemde aradan sıyrılmak gerçekten zordu. Öyle ki Göksel Arsoy bir kalabalık arasında hemen dikkati çekerken, Yılmaz Güney’e belki de dönüp kimse bakmayacaktı. Yılmaz Güney her gün yolda rastlanabilecek neviden bir halk tipiydi. Kenar mahallenin ezilmiş delikanlısıydı. Sokaktaki adamdı. Bu “Sokaktaki Adam”ın kavruk, kuru yüzüne, iri yassı burnuna, ince yapısına başta prodüktörler olmak üzere bütün bir sinema piyasası önce güldü. Uzun bir süre tek başına kalmanın, özellikle anlaşılmamanın acısını yaşadı.Ve en son Cavidan Dora ile Orhon Arıburnu’nun yönetiminde “Tütün Zamanı”nı (1959) çevirdikten sonra silindi afişlerden.
Şöhretlerini sadece “bebek yüz”leriyle sürdürmeye çalışan jönlerin sinemadaki yaşayışları kısa oluyordu. İşte Yılmaz Güney üç mevsim sonra tekrar sinemaya döndüğünde, zaman aşımının getirdiği bu gerçekleri gördü.Ne Göksel Arsoy’un romantizmi, ne de Orhan Günşiray’ın filmlerdeki iğreti kahramanlıkları kalmıştı.
Seyirci her iki tipi de itmişti. Eşref Kolçak da güçlükle ayakta durabiliyordu. Daima yüksek ücretler peşinde koşan Ayhan Işık ise piyasadaki ekonomik çıkmazın girdabına kapılmıştı. Öztürk Serengil’in “Tayfur”, Sadri Alışık’ın “Turist Ömer” tipleri de araya girmiş ve bir kör dövüşü başlamıştı.Bu furya içinde kenar mahalle delikanlısı tipinden açılan boşluğa Yılmaz Güney daldı.Başlangıçta ezildi, tökezlendi.Gene de yılmadı.Sonuna kadar direndi.Ve ”İkisi de Cesurdu” ile ilk çıkışını yaptı.Bu filmde çizdiği Kabadayı Ali Duran tipi Türk sinemasına Yılmaz Güney’i ikinci defa getirdi.Kısa bir süre içinde adı iyi oyuncuya çıktı Yılmaz Güney’in.
Yılmaz Güney’in “Çirkin Kral” sloganı da ortaya şöyle atıldı. Prodüktörler Cemiyeti’nin bir toplantısında konuşuluyordu. Söz Yılmaz Güney’e geldi: “Yılmaz Güney’in bütün çirkinliğine karşılık filmleri Anadolu’da iş yapıyor.Çirkin bir adamın bu derece tutulması şaşılacak şey!” dediler.
Gerçekten de çirkin dedikleri bu genç oyuncunun filmleri para getirir olmuştu.”Koçero”, “Kara Şahin” ve özellikle “On Korkusuz Adam” bu filmlerden sadece birkaç tanesiydi.
Yılmaz Güney, Tunç Başaran’ın yönettiği “On Korkusuz Adam”da, Türk sinemasına bir yeni tip getiriyordu.Bu yeni tipin adı “Konyakçı”ydı.Ve bütün macerası bir konyak şişesine bağlanmıştı. Anadolu seyircisi sevmişti “Konyakçı”yı.Kırık bakışlarında , ezik gülüşlerinde kendilerini bulur gibi oldular.Bu seyirciyle Yılmaz Güney arasında sempatik bir yakınlaşmanın sonucuydu.”Konyakçı” tipi, Yılmaz Güney’in tutarlı olması için belki de bir vesileydi.Asıl gerçek halk içinden gelmiş basit görünüşlü bir kişinin, halkın sözcülüğünü yapmasıydı.İşte bu sözcü toplumun alt katında yaşayan seyirciyi aşağılık duygusundan biraz olsun sıyırabildi.Üstelik bu katın seyircisi bebek yüzlü jönleri tutan, genellikle evde kalmış, resimli roman okuyucusu kızlardan daha az kaypaktı.
Anadolu seyircisinin Yılmaz Güney’i tutması da birden prodüktörlerin gözlerini açmıştı.Hazırlop bir mirasa konarcasına Yılmaz Güney’in üzerine gidip : “Yılmaz Bey, acaba hangi aylarda boş günleriniz var? Sizinle çalışmak isteriz,” dediler.
Jönler arasında iyi oyuncu sloganının öncülüğünü yapan Fikret Hakan’a Turgut Özatay, Ahmet Mekin ve en sonra da Yılmaz Güney katılınca, Türk sinemasında yeni bir dönem başladı: Güzel adam hegemonyasının çözülüşü ve Çirkin Adam döneminin başlayışı.
Kavruk yüzlü, iri gölgeli, yassı burunlu, Yılmaz Güney’in ağır bastığı bu yeni dönemde, Ayhan Işık’ın fiyatı inmiş, bazı jönler ucuza oynadıkları için fazla iş yapar olmuşlardı.Bu arada sarsıntı geçiren tiplerden biri de Öztürk Serengil’in Tayfur’u olmuştu.Sadri’nin Turist Ömer’ine de yol görünmek üzereydi.
“Başarıyı sürdürmek, yalnızca halkın sempatisine bırakılmamalıdır. Gerçek oyuncu, verdiğini değil, vereceğini düşünen ve her denemesiyle kendini aşan bir kişidir ” diyen Yılmaz Güney’in , Ayhan Işık ve Eşref Kolçak’tan teslim aldığı Kenar Mahalle Delikanlısı tipini olanca gücüyle, yaşatmaya çalıştığı görülüyordu.”
FATİH AKIN
2011 Cannes Film Festivali’nin Klasikler bölümünde Fatih Akın’ın katkılarıyla restore edilen Yılmaz Güney’in baş rolünde olduğu Lütfi Ömer Akad'ın yönettiği 1966 yapımı “Hudutların Kanunu” filminin galası filmin oyuncularından Tuncel Kurtiz'in de katılımıyla yapılmıştı.
Açlıktan, yoksulluktan dolayı kaçakçı olmaya karar veren ve sınırlardaki mayın tarlalarına girmek zorunda kalan ve evde altı yaşında bir oğlu olan bir köylünün dramıydı film...Fatih Akın bu filmi restore etme fikrinin Martin Scorsese’nin isteği olduğunu anlattı.Fatih Akın, Yılmaz Güney’in Türk sinemasının en büyük ismi olduğunu ve onun izini takip ettiğini belirterek “Yılmaz Güney yönetmen olarak çok büyük, hayatı karmakarışık, tam bir Shakespeare. Çok ilgimi çekiyor” dedi.
Martin Scorsese’in başkanlığını yaptığı Dünya Film Fonu’nun maddi katkısıyla filmi restore ettiğini anlatan Akın, “Martin Scorsese bana Türkiye’den bir film restore etmemi önerdi. Çok duygulandım. Ee “Tabii baba” dedim. Scorcesse benim sinema babamdır. Yılmaz Güney’i etkileyen kimlerdi? Bunları merak ederek Lütfi Akad’a ulaştım. Sonra da "Hudutların Kanunu" filmine karar verdim” dedi.
Fatih Akın: Film arkeologu olmak istiyorum
Kafasındaki bazı projeleri gerçekleştirdikten sonra kendisini tümüyle filmleri restore etmeye adamak istediğini belirten Akın, “Belki de sinemanın arkeolojisini yapmak istiyorum. Çok değerli eski filmlerimiz var. Bana Cannes’da genç yönetmen diyorlar, ama ben klasik bir sinema tarzını seviyorum. Yeni sinema tekniklerine ve 3 boyutlu filmlere karşı değilim. Ama ben klasik tarzla devam etmek istiyorum. Bir Scorsese, bir Truffaut, bir Yılmaz Güney, artık böyle dev yönetmenler çıkmıyor. Türk yönetmenlerden Atıf Yılmaz, Lütfi Akad, Metin Erksan bunları önemsiyorum” dedi.
Fatih Akın Yılmaz Güney'in hayat hikayesini baş rolünde Akın Gazi'nin olacağı bir filme konu etmek istemiş ancak bu film projesi çok çeşitli gerekçelerle rafa kaldırılmıştı...
Kıbrıs Türkü bir ailenin 15 Ekim 1981 Londra doğumlu oğlu olan Akın Gazi, Fatih Akın’ın “The Cut”ında, 28 Mart 1977 gecesi yabancı film OSCAR’ını Fildişi Sahili’ne kazandıran “Black and White in Color” adlı filmin Fransız yönetmeni Jean Jacques Annaud’nun “Black Gold-Kara Altın”ında ve altı OSCAR ödüllü “The Hurt Locker-Ölümcül Tuzak”ın yönetmeni Kathryn Bigelow’un Usame Bin Ladin’in ölü ele geçirilmesini konu alan beş dalda OSCAR adayı, tek OSCAR ödüllü “Zero Dark Thirty”sinde de rol almıştı.
Fatih Akın, “Yılmaz Güney bir kahramandı. Biz hepimiz, bir şekilde O’nun çocuklarıyız,” diyor…Fatih Akın hayranlarından biri olduğu Yılmaz Güney’i şöyle anlattı:
“Yılmaz Güney, Konya sürgününde tanıştığı ve bir pavyonda şarkıcılık yaparak geçimini sağlayan Can Ünal kendisinden hamile kalınca, kadına eğer çocuk erkek doğarsa kendisiyle evleneceğine dair söz vermişti. Ancak dünyaya gelen bebek kızdı. Bu nedenle Elif Güney Pütün annesi tarafından sevilmeyen bir çocuk oldu…”
“Yılmaz Güney çocuklarını çok sert, hatta neredeyse diktatörce şu düsturla yetiştirmiş: Yaşam çok çetin, yaşam bir kahpe, sen ondan daha sert olmak zorundasın. Çocukları da elbette taş kesilip kalmışlar…Yılmaz Güney üzerine kesinlikle bir film çekmek istiyorum.”
“Duvara Karşı” adlı filmi Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı Almanya’ya kazandıran Türkiye asıllı Alman yönetmen Fatih Akın Dostoyevski’nin Rus edebiyatını kastederek “Hepimiz Gogol’ün ‘Palto’sundan çıktık, ” sözlerini hatırlatırcasına Yılmaz Güney’le ilgili olarak “O bir kahramandı. Biz hepimiz, bir şekilde O’nun çocuklarıyız…Yılmaz Güney, “Hudutların Kanunu”nda (1966) birlikte çalıştığı Lütfi Ömer Akad (1916-2011) ile yollarının keşişmesi sayesinde kendi tarzını bulabildi,” diyor.
16 yaşındayken “Yol”u izleyen Fatih Akın, Yılmaz Güney’i yakın arkadaşı olan ve O’nunla “Umut” (1970) ve “Sürü”de (1978) çalışan Tuncel Kurtiz’den (1936-2013) dinlemekten büyük zevk aldığını da söylüyor…
Yılmaz Güney Fatih Akın’ın kendine rol modeli olarak aldığı üç kişiden biri (diğerleri: Emir Kusturica ve Martin Scorsese)
Fatih Akın, “O (Yılmaz Güney) bir maço, silah düşkünü, çapkın, Mao’cu, entelektüel, şair ve filmciydi…Solcular, O’ndan daha öğretici filmler yapmasını istedi; oysa O’nun filmleri zaten bu özelliği taşıyordu.Türk solu filmci olduğu için O’nu ciddiye almadı…Cahiers du Cinema dergisinin yazarları, editörleri O’nu cezaevinde ziyaret ettiklerinde içine kapalı bir entelektüelle karşılaşmayı beklerken karşılarında gangster kılıklı adamı buldu,” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Muhalif bir metin yazdığı için ilk kez cezaevine girdiğinde 22 yaşındaydı.Bir ekonomi öğrencisi olarak girdiği cezaevinde gangsterlerle haşır neşir oldu.Sonrasında cezaevi, evi ve yazıhanesi olmuş gibiydi.Orada bir ofisi vardı.Cezaevi dışında, O’nu öldürmek isteyenler bulunuyordu ve cezaevinde hayatının güvende olduğuna inanıyordu.”
“Yılmaz Güney, Can Ünal’dan doğan kızı olan kızı Elif’in ikinci eşi Fatoş tarafından kabul edilip benimsenmesine çabaladı.Fatoş zengin bir ailenin kızıydı ve Yılmaz Güney’den Yılmaz adında bir oğlu vardı.”
“Fatih Akın; Sinema Benim Memleketim, Filmlerimin Öyküsü” adlı kitaptan (Doğan Kitap Yayınevi ) ve (Alman Die Welt Gazetesi’nden Hanns-Georg Rodek’in -1957 doğumlu- Fatih Akın’la yaptığı söyleşiden) birer bölüm.
KEMAL TAHİR
*Kemal Tahir: “Yılmaz Güney’in filmi ‘Seyyit Han –Toprağın Gelini’ karşısında büyük heyecan duydum. Bence halk sinemasının halka bir meseleyi nasıl anlatması gerektiğini en kaba, en kaba olduğu için de en kestirme yoldan gösteriyordu. Ulusal sinemamızın belli başlı ana yollarından birine işaret ediyordu.”
COSTA GAVRAS
Costa Gavras: “Yılmaz Güney, cesur bir filmciydi.Ölümü hepimiz için ancak daha da çok Kürtler için büyük bir kayıptır.Kürtlerin mücadelesi Yılmaz Güney’siz de devam edecek.”
FATOŞ GÜNEY
*Fatoş Güney: “Cannes’dan “Yol”un Altın Palmiye’siyle dönerken cebimizde eve gidecek paramız yoktu!.. ”Umut” (1970) filmi için gerekeni kuruş kuruş biriktirmiştik…”Yol” (1982) filmi için hapishanedeki mahkumlar dayanışma göstermişlerdi…Yılmaz Güney’in parası yoktu; çünkü parasını hep çevresindekilere dağıtırdı!”
ELİF GÜNEY
*Elif Güney Pütün: “Yaşamım boyu babam Yılmaz Güney'i üç yıl tanıdım.Babam öldüğünde 18 yaşındaydım. Ortak paylaşımımız çok azdı.Babam benden, ben babamdan çok şey bekledik.”
YILMAZ GÜNEY HAKKINDA NOTLAR
*Yılmaz Güney: “Kız kardeşim de, ben de anadilimiz Kürtçeyi pek bilmiyorduk.”
*Yılmaz Güney’e otomobil kullanmayı “Pilot Ziya” lakaplı prodüksiyon amiri Ziya Güçlü öğretmişti. Yılmaz Güney’in 1962 Mercury, 1963 Oldsmobile ve 1965 Ford Mustang marka otomobilleri vardı.
*Yılmaz Güney: ‘İnce Memed’ sinemamızda değişik adlarda 19 kere filme alındı; bunların 17’sinde ben oynadım!”
*Yılmaz Güney, doğumundan 6 yıl sonra nüfus kağıdı çıkarıldığından nüfus kağıdında 1 Nisan 1937 Perşembe doğumlu göründüğünü oysa 1931 doğumlu olduğunu açıklamıştı.
*Yılmaz Güney’in yaklaşık 12 yılı çeşitli cezaevlerinde geçmişti.
*Yılmaz Güney, Ertem Eğilmez’in şirketi Arzu Film’in süperstarı/ kartpostal çocuğu Tarık Akan’dan bir oyuncu yaratmıştı.
*Cumhuriyet Gazetesi başyazarı Nadir Nadi’nin 20 Ekim 1970 tarihli yazısında göklere çıkardığı “Umut”un 1971’de Cannes Film Festivali’nin “Yönetmenlerin 15 Günü” bölümünde gösterilmesi Yılmaz Güney’in dünya çapında film eleştirmenlerinin gözdesi olma sürecini başlattı…Ancak, “Umut” Yılmaz Güney’in Türkiye’deki fanatik hayranlarının en az ilgi gösterdiği Yılmaz Güney filmi olmayı başardı!
*Elif Güney Pütün: “Yaşamım boyu babamı üç yıl tanıdım.Babam öldüğünde 18 yaşındaydım. Ortak paylaşımımız çok azdı.Babam benden, ben babamdan çok şey bekledik.”
Yılmaz Güney midesinden rahatsız olduğundan cezaevi koşullarında yeterince tedavi görme imkanı bulamamıştı, tedavi edilemeyen bu mide hastalığı kansere dönüşmüş ve 9 Eylül 1984 Pazar günü Yılmaz Güney’in Paris’te vefatına yol açmıştı.
Yılmaz Güney, vefat ettiğinde PKK terör örgütünün 15 Ağustos 1984 Çarşamba günü Siirt Eruh’ta gerçekleştirdiği ilk silahlı saldırısının üzerinden yaklaşık üç hafta geçmişti…
Saldırıdan bir hafta önce Türkiye İbrahim Tatlıses’in kızı Melek Zübeyde Tatlıses’in annesi ve Tatlıses’in 1979-1982 arasında evli olduğu Perihan Savaş’ı döverek hastahanelik etmesini konuşmaktaydı. Savaş Tatlıses’ten şikayetçi olmuş, ancak mahkemeye sevk edilen Tatlıses’in tutuklanarak cezaevine gönderilmesine gerek görülmemişti.
Yılmaz Güney, İngiliz Guardian gazetesi muhabirine Fransa’nın kendisi için bir açıkhava hapishanesi olduğunu açıklamıştı. Yılmaz Güney Fransa’da karşılaştığı Yavuzer Çetinkaya’ya da (1948-1992) “Ben buraya kalmaya gelmedim.Bir gün mutlaka döneceğim.Sen de dön. Bil ki, vatanında çekeceğin en kötü film, burada yapacağın başyapıttan daha iyidir,” demişti.
Yılmaz Güney, 14 Eylül 1984 Cuma günü Paris’in Pere Lachaise mezarlığında toprağa verildi. Bu dünyadan gelip geçen yaklaşık 110 milyar insanın “ölümsüzler”inin bir bölümünün toplandığı kabristan, insanlık tarihine adını altın harflerle yazdırmış çok sayıda dehayla tıka basa dolu bir yerdi.Yılmaz Güney öylesine değerli sanatçılar ve insanlarla komşuydu ki, bence hayatı boyunca Yılmaz Güney’e verilen en büyük ödül ve en büyük onur budur...Listeye bir göz atın: Marcel Proust, Maria Callas, Gerard de Nerval, Oscar Wilde, Honore de Balzac, Sarah Bernhardt, Jean de La Fontaine, Gilbert Becaud, Guillaume Apollinaire, Georges Bizet, Claude Jade, Sadık Hidayet, Frederic Francois Chopin, Gioacchino Rossini, Yves Montand, Jim Morrison, Moliere, Edith Piaf, George Melies, iki kez OSCAR adaylığı, bir kez de OSCAR ödülü kazanan ve başrolünde olduğu (Nisan 1979’da Türkiye’de “Onca Yoksulluk Varken” adıyla gösterilen) “La vie devant soi” adlı film 3 Nisan 1979’da yabancı film OSCAR’ını Fransa’ya kazandıran Simone Signoret…
16 Kasım 2000’de vefat eden Ahmet Kaya’da bu mezarlıkta toprağa verilmiştir.
“Bizim zamanımızda (1950-60 arası) Kürt denmesi kesinlikle yasaktı; Doğulu derdik.Hatta ‘Doğulular bu tarafa’ diye emir verirdik.”
Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu (1907-1993)
Başbakan Bülent Ecevit’in kurduğu hükümetin, 5 Ocak 1978 ile 12 Kasım 1979 arasındaki Bayındırlık Bakanı Şerafettin Elçi, Hürriyet Gazetesi’nden Ülkü Arman’a 1979’da “Türkiye’de Kürtler vardır; ben de Kürdüm,” diyecekti…12 Eylül 1980 askeri cuntasının bu sözler için Şerafettin Elçi’ye kestiği cezaysa 27 ay hapisti.Şerafettin Elçi, aynı dönemde Kürt asıllı vatandaşları işe yerleştirdiği suçlamalarından (!) da 2 yıl 4 ay hapis cezası aldı.Böylece 12 Eylül 1980 darbesi sonrası aldığı cezaların toplamı 4 yıl 7 aya ulaştı.12 Eylül 1980 askeri darbesinin 55 ay ceza verip, otuz ay cezaevinde tuttuğu Şerafettin Elçi, 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra da Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi davası sanığı olarak sekiz aylığına cezaevine kapatılmıştı…Üstelik 12 Eylül 1980 döneminde 30 ay cezaevinde yatması yetmemiş gibi, 10 yıl boyunca avukatlık mesleğini yapması ve siyasi haklarını kullanması da engellenmişti.
1965-1971 ve 1975-1978 arasında T.C. Dışişleri Bakanı olan İhsan Sabri Çağlayangil’e (1908-1993) göre 1960’larda ve 1970’lerde İran’da, Irak’ta Kürtleri birbirlerine karşı kullanıyorlardı…İhsan Sabri Çağlayangil’le bir dostluk ilişkisi kuran, geliştiren ve 1941 ile 1979 arasında İran Şahı olan Muhammed Rıza Pehlevi, Çağlayangil’e “Irak’taki Kürtleri destekliyorum.Irak Şattül Arap konusundaki tutumunu sürdürdürdükçe, ben de Kürtlere desteğimi sürdüreceğim,” diyordu.
“Filistinlilerin olduğu gibi 32 milyon Kürt’ün kaderi de, Türkiye, İran, Irak, Suriye arasında parçalanmış durumdaki bölgenin istikrarını tehdit ediyor ve bir çağlayan gibi komşulara taşıyor. (…) PKK 1984’ten beri ortalığı kırıp geçirirken, terörle mücadele bugüne dek 250 milyar avro, 42 bin can kaybı, yakılan 4 bin köy, yerlerinden edilen milyonlarca kişi ve Türk halkını ‘terörize’ halde tutan güvenlik takıntısıyla sonuçlandı. Üstelik PKK yüz yıldan kısa sürede Türkiye’ye karşı ortaya çıkan 29. isyan hareketi sadece...”
Guillaume Perrier /Le Monde Gazetesi / 14 Temmuz 2010
Komünizm propagandası yapmak ve başka suçlamalarla yaklaşık oniki yılı çeşitli cezaevlerinde, üç yılı yurt dışında sürgünde, altı ayı yurt içi sürgünde, iki yılı askerde geçen, vatan hasreti içinde ölen ve kısa sayılabilecek yaşamına çok şey sığdıran Yılmaz Güney Türkiye’nin en büyük starı, en çok seyircisi olan starı, en çok para kazanan starı olmak istemiş ve bunu büyük ölçüde başarmıştı.
Hedeflerine ulaşan Yılmaz Güney’in en büyük başarısıysa dünya çapında filmlerine bir talep yaratmasıdır.
Yılmaz Güney, sürgünde ölmesiyle Namık Kemal, Nazım Hikmet ve Ahmet Kaya’yla da kader birliği yapmıştır.
Yılmaz Güney, düşüncelerini yayın yoluyla yaydığından Orhan Kemal, Çetin Altan, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Kemal Tahir ve Nazım Hikmet gibi hapis cezaları almıştı.
Aziz Nesin bir söyleşisinde beşbuçuk yılını zindanlarda geçirdiğini söylemiştir. Kemal Tahir’de neredeyse 13 yılını cezaevlerinde geçirmiştir.
1955’teki 6-7 Eylül yağmaları ve saldırıları bile aydın olmaktan, iktidardakilerle aynı düşüncelere sahip olmamaktan, başka hiçbir günahı ve suçu olmayan, bu insanların (elli kadar aydının) üzerine yıkılmak istenmiştir.
Aziz Nesin 6-7 Eylül 1955 olaylarından sonra kendilerine yöneltilen suçlamaları Ahmet Kahraman’ın “İşte Biz” adlı kitabında şöyle anlatır:
“İktidar gücünü göstermek için eylemler düzenletmişti.Fakat sokağa çıkanlar dozajı kaçırdılar.Çapulculuğa başladılar.Soygun ve yakıp yıkmayla İstanbul’un altını üstüne getirdiler.Sonra suçlu gerekince bizleri topladılar.Hiçbir şey yapmadığımız halde İstanbul’u yakıp yıkmakla suçlandık.Çapulculukla suçlandık.Sonradan Yassıada Mahkemeleri sırasında öğrendik.Bu bahaneyle Eminönü meydanında hepimizi salkım salkım asmayı düşünmüşler.”
İtaat değil itiraz
Yılmaz Güney, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Kemal Tahir gibi aydınlar muhalif fikirlere sahip olduklarından, resmi görüşlere 180 derece ters düştüklerinden, itaat değil itiraz ettiklerinden, düzenin aksayan yönlerini gösterdiklerinden, dalkavukluk yapmadıklarından ya da yoksul ve eğitimsiz halk kitlelerinin yaşam koşullarının iyileştirilmesini istedikleri için, bozguncu olarak tanımlanarak iktidarların çeşitli zulümlerine uğradı.
Bunlardan en ağır bedeli Sabahattin Ali canıyla ödedi.
Kısaca söylemek gerekirse onlar daha adaletli, daha güzel, daha yaşanılır bir dünya, Türkiye arzulamış, talep etmiş ve bunun bedelini fazlasıyla ödemişlerdir.
Yılmaz Güney’le ilgili kapsamlı bilgi arayanlar için kaynak kitaplar
Yılmaz Güney’le ilgili daha geniş bilgiye sahip olmak isteyenler, Agah Özgüç tarafından yazılan, “Neden Yılmaz Güney!” , “Arkadaşım Yılmaz Güney”, “Bütün Filmleriyle Yılmaz Güney” , “Türk Sinemasında İntiharlar ve Cinayetler Dosyası”, “Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü”, “Bir Sinema Yazarının Günlüğünden Aykırı Notlar” ve ”Antalya Film Festivali’nin 40 Yılı” adlı kitaplar ile yine Agah Özgüç’ün Sinema 65 Dergisi’ndeki “Sokaktaki Adam ya da Yılmaz Güney” adlı yazısı yanı sıra Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” ve Giovanni Scognamillo’nun “Yeşilçam’dan Önce, Yeşilçam’dan Sonra” adlı kitabına başvurmalı.
Yılmaz Güney’in koruyucu melekleri kimlerdi?
Yılmaz Güney’in çok sayıda koruyucu meleği vardı. Bunlardan biri hem Adalet Partisi’ne yakın, hem Emniyet Müdürlüğü’nde hatırı olan işadamı Ümit Utku’ysa, diğeri de Hürriyet Gazetesi sahibi Erol Simavi dahil dönemin kodamanları arasında tanımadığı olmayan terzi Mualla Özbek’ti (1914-1990).
Ümit Utku’yla ilgili de şu bilgiyi verebiliriz. Utku, Yılmaz Güney’in “Koçero” (1964), “Gönül Kuşu” (1965), “Ve Silahlara Veda” (1966), “Kerimo: Anası Yiğit Doğurmuş” (1966) ve “İnsafsız: Yiğitler Ölmezmiş” (1967) adlı filmlerinin yapımcısıdır.
Yılmaz Güney’in asıl koruyucu melekleriyse 1977 ve 1981 Berlin Film Festivalleri’nde O’na tüm kariyerinden (çalışmalarından) dolayı uluslararası ödüllerini sunan dünya film eleştirmenleri ve sinema yazarları oldu…
”Yol” da Cannes film festivalinde film eleştirmenleri ve sinema yazarları ödülüne layık bulundu…
”Yol” Fransa’daki film eleştirmenleri ve sinema yazarları ödülünü de İtalyan yönetmenler Taviani kardeşlerin başyapıtlarından “La notte di San Lorenzo-San Lorenzo Gecesi”yle paylaşmayı başaracaktı.
Yılmaz Güney’in doğumu
Yılmaz Güney, doğumundan 6 yıl sonra nüfus kağıdı çıkarıldığından nüfus kağıdında 1 Nisan 1937 Perşembe doğumlu göründüğünü oysa 1931 doğumlu olduğunu sinema yazarları Agah Özgüç ve Erman Şener’e (Ses Dergisi) açıklamıştır.
1931: Gerçek adıyla Yılmaz Pütün beyazperdedeki adıyla Yılmaz Güney Adana’ya 27 kilometre uzaktaki Yenice Köyü’nde Zaza asıllı Hamit Bey ve Kürt asıllı Güllü Hanımın çocuğu olarak doğdu. Babası Hamit Pütün kan davasından dolayı Yılmaz Güney’in gözleri önünde kurşunlanmış ama ölmemişti.
Yaşar Kemal’in babasıysa Yaşar Kemal dötbuçuk-beş yaşındayken camide vurularak öldürülmüştü.
Yılmaz Güney belki çevresindeki bu tür olayların etkisiyle, silaha, kurşun sıkmaya, keskin nişancılığa, at binmeye çok düşkündü. Kısaca söylemek gerekirse, Yılmaz Güney yakın çevresindeki çok sayıda silahlı saldırı olayının etkisi altında kalarak saldırgan insanlara karşı kendini savunabilecek ve onlara gerektiğinde hadlerini bildirebilecek becerilerini geliştirmeye hayatı boyunca büyük özen göstermiştir.
Annesi Güllü Hanımı yakından tanıyalım
Bu satırların yazarının notu: Ahmet Kahraman Güllü Hanım Hasenan aşiretindi diyor, ancak Yılmaz Güney’de bir açıklamasında Güllü Hanımın Muşlu bir Kürt olduğunu ve Cibran aşiretinden olduğunu söylüyor.
Hangi bilginin doğru olduğunu bilemiyoruz.Herhalde Yılmaz Güney’in açıklaması doğrudur.
Yılmaz Güney annesini anlatırken zengin bir ailenin kızı olduğunu, Güllü Hanım ve ailesinin Birinci Dünya Savaşı’nda (1914-18) Rus ordularından kaçarak Adana’ya geldiklerini, ebeveynlerinin (Hamit ve Güllü) burada tanışıp evlendiklerini, hiçbir ekonomik varlıkları olmadığından da derin sefalet ve yoksulluk çektiklerini söylemiştir.
Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
Yedi yaşına kadar, daha doğrusu babam eve ikinci karısını getirene kadar mutlu bir çocukluk geçirdiğimi söyleyebilirim. Babamın ikinci evliliğinden sonra evimiz tam bir cehenneme döndü.Babam sık sık annemi dövüyor, bizleri evden kovuyordu. Leyla adında bir kızkardeşim vardır. Babamın kudurduğu günlerde, bahçemizdeki koca dutla iki eğri incirin altında gecelerdik.Annem, ben ve Leyla kaç kez Yenice köyünden yürüyerek Adana’ya gitmişizdir.Annem yol boyu ağlar, Kürtçe hüzünlü birtakım şarkılar söylerdi.Kızkardeşim de, ben de anadilimiz Kürtçeyi pek bilmiyorduk, ama yine de annemizin gözyaşları içinde dinlediğimiz şarkılarını anlardık.O sıralar bana, çektiğimiz acıların hiç sonu gelmeyecek gibi gelirdi ve annemin acılı hallerini daha fazla görmemek için ölmek isterdim.”
Çocukluğunu yaşayamamamış Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
“Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve başeğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği anlamındadır. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim. Annem dindardı ve okuma yazma bilmezdi. Babam ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti. Annem gibi o da hiç okula gitmemişti. Babam 1976'da ben Kayseri Cezaevi'ndeyken öldü. Mezarını göremedim...Dokuz yaşımdan bu yana hayatımı çalışarak kazandım. İlk işim dana gütmekti. Ortaokulda bazı çocuklara imrenirdim.Voleybol, futbol oynarlar, mandolin çalarlardı…Ben hiçbirini yapamazdım bunların…Çünkü o yıllarda çalışıyordum.Ben ırgatlara suculuk, çapa çekiminde atıcılık yaptım, pamuk topladım, kazma dövdüm.Sabahları simit satardım,okuldan sonra da gazoz.Çocukluğumda bisiklet için deli olurdum, çıldırırdım!.. Ama ne bisiklet alacak paramız vardı, ne de benim kiralayacak harçlığım…Şöyle bir yalan uydurmuştum: Her Allah’ın günü evde bir şey unutmuş numarası yapar, bir arkadaşımın bisikletini alır, okul teneffüsünde eve gider gelirdim…Liseyi Adana'da bitirdim. O yıllar Doruk adında bir sanat dergisi çıkardım. Sanata meraklıydım ve hikayeler yazıyordum. 1955'te bir hikayemden ötürü takibata uğradım. Hakkımda dava açıldı…
1957 yılında İstanbul'a, İktisat Fakültesi'nde öğrenim görme hayalleriyle geldim. Fakat devam edemedim. 1955'ten beri süren takibat ve mahkeme sonuçlanmıştı ve ben başlangıçta yedi buçuk yıl ağır hapis ve iki buçuk yıl sürgün cezasına çarptırıldım. Daha sonra temyiz mahkemesi kararı bozdu, yeniden görülen mahkeme sonucu cezam bir buçuk yıl ağır hapis ve altı ay sürgün cezasına çevrildi. Öğrenimim yarım kalmıştı. Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığı ile eğitmekti. Öyle yaptım... Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitlikler... Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık... Öğretmenlerimden biri zor'dur...”
Başlangıçta filmleri sadece Anadolu sinemalarında ve büyük kentlerin kenar mahalle/ varoş sinemalarında gösteriliyordu.Bunun nedeni de seyircilerinin sinema salonlarına zarar vermesiydi.Seyircileri tıraşsız adamlardı, koltuklara jilet atıyorlardı, hatta koltukları kırıyorlardı.
Yılmaz Güney bu konuda şunları söylüyordu:
“İstedikleri kadar benim oynadığım filmleri İstanbul sinemalarında oynatmasınlar. Varsın Beyoğlu sinemaları Yılmaz Güney’siz olsun.Şimdilik Anadolu sinemaları bana yetiyor Ağam, yetiyor.”
Sinema salonlarına Yılmaz Güney filmlerinin alınmaması kararının arkasındaki isimlerden Melek Film’in sahibi Şahan Haki bu konuda şunları söyleyecekti:
“Bölgemizdeki sinema seyircileri traşsız, sakallı adamlarla beraber film izlemek istemiyor. Yılmaz Güney filmlerinin seyircileri sinema salonlarındaki koltukları kırıyor.”
Melek Film’in sahipleri Şahan ve Kaçuni Haki hakkında (Türkan Şoray anlatıyor;“Sinemam ve Ben” kitaptan bir bölüm)
“Melek Film’in sahipleri Şahan ve Kaçuni Haki aynı zamanda Pangaltı’daki İnci Sineması’nın da sahibiydiler.(…) İnci Sineması’nda kendi şirketlerine yaptığım filmlerin galaları çok görkemli olurdu. Sinemada benim özel locam vardı.Filmleri Şahan Haki’nin eşi Melina ablam ve dünya tatlısı kızları Mayda ile Şeyda, hep birlikte bu locadan seyrederdik.
Pangaltı İnci Sineması hep Türk filmi oynatırdı. Çevirdiğim yeni filmin başladığı hafta, pazartesi günü ilk seans 11 matinesi seyircileri sinemanın önünde uzun kuyruklar oluştururdu. Bazı sabahlar arabayla özellikle Pangaltı İnci Sineması’nın önünden geçerdim. Kalabalığı, sıraya girmiş beni seven, yüreklendiren seyircilerimi görmek isterdim, çok mutlu olurdum. Maalesef şimdi sinema kapandı.Haki ailesi sinemayı satıp Amerika’ya göç etti.Çok üzülmüştüm.Uzun yıllar o taraflarda bir yerlere gitmem gerektiğinde bir zamanlar Haki ailesinin evlerinin bulunduğu Bomonti’den geçmemek için yolumu değiştirdim. Pangaltı İnci Sineması’nın olduğu yerden geçerken hala hüzünlenirim.”
“Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam” adlı kitabın Melek Film ve Kaçuni Haki’yle ilgili bölüm :
Melek Film’in sahiplerinden Kaçuni Haki’nin Ses Dergisi’nde 1973’te (41 yıl önce) “Yeşilçam’da Alarm!” başlığıyla yayınlanan yazıdaki sözleri de şöyleydi: “Hem sinema sahibiyiz, hem de yapımcı…İnanın sözlerime, Pangaltı İnci Sineması 7 aydır kar edemiyor.Cebimize para girmediği gibi ayrıca üstüne para ödüyoruz.Sinemayı küçültmeyi düşünüyoruz.Yüzde elli düşüş var geçen yıla oranla.28 yıldır ilk defa başımıza geliyor.”
*Feri Cansel vefalı ve sadık bir sevgiliydi.Yılmaz Güney’i iki tabancayla birlikte yakalanıp tutuklandığında adliyede ya da askerliğini yaptığı Muş’ta yalnız bırakmamıştı.
1971 askeri darbesi sırasında Yılmaz Güney, tanıdığı bir albaydan ve polislerden tutuklanacağı haberlerini almıştı. Bunu önlemek için de çaresizce bazı girişimlerde bulundu. Bu girişimlerden biri de yaptığı çok yüklü bağıştır.Yılmaz Güney Ankara’da Orduevi Sineması’nda bir filmin galasına katıldı.Kuvvet komutanlarının katıldığı galadan sonra, Hava Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı’na o dönemin parasıyla astronomik bir rakam olan 750 bin liralık bir bağış yaptı.
*Yılmaz Güney: (yazdığı dilekçeden) “1964-65 yıllarında oynamış olduğum, ”Kasımpaşalı”, “Kasımpaşalı Recep” ve “Beyaz Atlı Adam” adlı filmlerimin isimleri, afişleri değiştirilerek, yeni çekilmiş filmler gibi tekrar vizyona çıkartılarak seyirci aldatılmaktadır.”
Yılmaz Güney ve para “Cannes’dan Altın Palmiye’yle dönerken cebimizde eve gidecek paramız yoktu! ”Umut” için gerekeni kuruş kuruş biriktirmiştik.”Yol” filmi için hapishanedeki mahkumlar dayanışma göstermişlerdi. Yılmaz Güney’in parası yoktu; çünkü parasını hep çevresindekilere dağıtırdı!”
Fatoş Güney, Yılmaz Güney’in parayla ilişkisini böyle özetlemişti.
Orhan Kemal, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Orhan Veli Kanık kadar olmasa da Yılmaz Güney’de daima para sıkıntısı çekmiştir.
Aziz Nesin, Yaşar Kemal gibi derin bir yoksulluktan gelen Yılmaz Güney filmlerden eline yüksek gelirler geçtiğinde son derece eli açık olduğundan ve tutumlu olmak ne demek bilmediğinden kazançlarını çevresindeki insanlara biraz savurganca dağıtmıştır.Yılmaz Güney, Serdar Ortaç, Öztürk Serengil, İbrahim Tatlıses ve Mehmet Ali Erbil gibi kumar oynamayı da severdi.
Yılmaz Güney, derin bir yoksulluktan geldiğinden Aziz Nesin gibi çocukluğunu yaşama olanağı bulamamış ve erken yaşta para kazanmak için çalışmaya başlamıştır.
Yılmaz Güney, ilk filmleriyle karnını doyurmayı, kirasını, faturalarını ödemeyi ve seyirciyi kendine yavaş yavaş bağlamayı hedeflemiştir. Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney yapan, ona hayranlar kazandıran filmlerinde, Yılmaz Güney mert, korkusuz, dokuz canlı, maço, erkek gibi erkek karakterleri canlandırmıştır.Bu açıdan Ayhan Işık’ın beyazperdeki tipiyle Yılmaz Güney’in beyazperdedeki tipi benzeşir.Yılmaz Güney, beyazperdede erkek gibi erkek görünümünü günlük yaşamında da en iyi taşıyan adamlardan biridir. Yılmaz Güney’in üne kavuştuğu filmlerinde kendisine uygun gördüğü karakterler baştan kaybetmiş, hayata handikaplı başlamış, ezilmiş, itilmiş kakılmış ama boyun eğmemiş karakterlerdir. Onların (sokaktaki adamın) beyazperdedeki temsilcisidir. Yoksul, işsiz, tutunamayan, eğitimsiz, kısaca lümpen olarak adlandırılan insanlara itaat değil direnme, tutunma, cesaret, isyan, itiraz aşılamak istemiştir. Bu temel üzerine inşa ettiği karakterlerin bir başka özelliği de başkasının kadınında gözü olmamasıdır. Hedeflediği halk kitlelerinin kalbini işte böyle fethetmiş ve onların canlandırdığı karakterlerle özdeşleşmesini sağlamıştır.
Hatta hayranları “Umut”ta Yılmaz Güney’in canlandırdığı karakterin filmin Amerikalı karakterinden dayak yemesine çok bozulmuş, isyan etmiş, bu sahne fısıltı gazetesiyle kulaktan kulağa yayılınca film beklenen seyirci sayılarının yanına bile yaklaşamamış ve Yılmaz Güney’in en az seyirci toplayan filmlerinden biri “Umut” olmuştur.
Yılmaz Güney kendini anlatıyor:
“1961 Mayısı'nda cezaeviyle tanıştım.”
(1961’de Yılmaz Güney, 5 yıl önce 13 Dergisi’ne yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adını taşıyan öyküsünde Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle birbuçuk yıl hapis ve altı ay sürgün cezasına çarptırıldı.)
“Aralık 1962’de cezam bitti. Muhafazakarlığıyla ünlü Konya şehrine sürgüne gönderildim. Konya sınırlarından çıkamazdım. Her akşam polise imza vermeliydim. En çok imzayı polis defterine attım. 180 defa...”
1963: Konya sürgününden sonra “İkisi de Cesurdu” adlı filmiyle halk kitlelerinin ilk defa ilgisini çekti.
Yılmaz Güney’e ve birçok erkek oyuncuya sesini veren adam
Yılmaz Güney ve Fikret Hakan dahil pek çok erkek oyuncumuzun filmlerde duyduğumuz sesinin kendilerine ait değil Abdurrahman Palay’a ait olduğunu da bu arada belirtelim. Palay bu aktörleri seslendirerek onların sevilmelerine, benimsenmelerine en büyük katkıyı sağlamıştır.
Çirkin Kral lakabının doğuşu
Çirkin Kral lakabını Yılmaz Güney’e gazeteci Tarık Dursun Kakınç takmıştır. Tarık Dursun “Yılmaz Güney’e, beyazperdenin yakışıklı kralı Ayhan Işık kesme şeker gibi adam, senden olsa olsa Çirkin Kral olur” demişti.
O dönemde Milliyet Gazetesi için Yılmaz Güney’le söyleşi yapan Tarık Dursun ile Yılmaz Güney arasında şöyle bir konuşma geçmişti:
Tarık Dursun: “Nereden başlayalım?”
Yılmaz Güney: “Krallığımdan Aga’cım.”
Tarık Dursun: “Hangi krallığından Yılmaz’cığım, sinemada iki kral olur mu? Sinemada tek bir kral var, o da Ayhan Işık. Ayhan Işık kesme şeker gibi dört dörtlük bir erkek güzeli. Jön! Ya sen Yılmaz’cığım?”
Yılmaz Güney: “O kralsa Aga’cım ben de kralım.Ne yapalım, Ayhan Ağabey kesme şeker gibi düzgün bir kralsa, ben de çirkin kralım.O güzelse, ben de çirkinim Aga’cım.O güzel kralsa, ben de çirkin kralım, olmaz mı yani?”
1964: Yılmaz Güney 10 film çevirdi.
1965: Yılmaz Güney 21 film çevirdi.
Temmuz 1965: Yılmaz Güney Taksim Sıraselviler’deki meşhur Kulüp 12’deki bir masada arkadaşları Tuncel Kurtiz ve Tülin Elgin’le birlikte yine ortak arkadaşları olan şarkıcı Gülsün Kamu’yu hem izliyor hem dinliyorlardı.Yan masadan Gülsün Kamu’ya laf atılınca Tuncel Kurtiz laf atanlardan çenelerini kapamalarını istedi.Olay büyüdü.Çıkan arbedede üç kişi çeşitli yerlerinden (İlhan Feyman boynundan, kardeşi Alper sol memesinin altından, Bülent Evci’de birkaç yerinden) bıçakla yaralandı.Bu üç kişiyi sustalı bıçağıyla yaralayan Yılmaz Güney’di. ( Agah Özgüç’ün “Türk Sinemasında İntiharlar ve Cinayetler Dosyası” adlı kitaptan).
Sokaktaki adam ya da Yılmaz Güney
Temmuz 1965 : Sinema 65 Dergisi’nde Agah Özgüç Yılmaz Güney’i konu alır. Yazının başlığı “Sokaktaki Adam ya da Yılmaz Güney” dir.
Bu yazıdan bazı bölümler: “Yılmaz Güney’in sanatla ilk ilişkisi Fikret Hakan gibi kelimelerle başladı.Bazı san’at ve edebiyat dergilerine Y. Pütün takma adıyla hikayeler yazıyordu. İktisat Fakültesi’nde öğrenimine devam ederken, Atıf Yılmaz’la tanıştı. Ve onun aracılığıyla da sinemaya geçti.”
“Yılmaz’ın asıl amacı geçek oyuncu olmaktı.Ne var ki, bu ilk zorlamaları, direnmeleri hep boşa çıktı. O özlediği oyunculuk çizgisinin dışında kaldı.Bu başarısızlığın başlıca sebebi o sıralarda Orhan Günşiray, Göksel Arsoy gibi yakışıklı jönlerin sinemada kurdukları hegemonya idi.Üstelik kenar mahalle delikanlısı tipinin temsilciliğini yapan ve köşe başlarını tutmuş iki oyuncu daha vardı karşısında: Ayhan Işık’la Eşref Kolçak. Böyle bir dönemde aradan sıyrılmak gerçekten zordu. Öyle ki Göksel Arsoy bir kalabalık arasında hemen dikkati çekerken, Yılmaz Güney’e belki de dönüp kimse bakmayacaktı. Yılmaz Güney her gün yolda rastlanabilecek neviden bir halk tipiydi. Kenar mahallenin ezilmiş delikanlısıydı. Sokaktaki adamdı. Bu “Sokaktaki Adam”ın kavruk, kuru yüzüne, iri yassı burnuna, ince yapısına başta prodüktörler olmak üzere bütün bir sinema piyasası önce güldü. Uzun bir süre tek başına kalmanın, özellikle anlaşılmamanın acısını yaşadı.Ve en son Cavidan Dora ile Orhon Arıburnu’nun yönetiminde “Tütün Zamanı”nı (1959) çevirdikten sonra silindi afişlerden.
Şöhretlerini sadece “bebek yüz”leriyle sürdürmeye çalışan jönlerin sinemadaki yaşayışları kısa oluyordu. İşte Yılmaz Güney üç mevsim sonra tekrar sinemaya döndüğünde, zaman aşımının getirdiği bu gerçekleri gördü.Ne Göksel Arsoy’un romantizmi, ne de Orhan Günşiray’ın filmlerdeki iğreti kahramanlıkları kalmıştı.
Seyirci her iki tipi de itmişti. Eşref Kolçak da güçlükle ayakta durabiliyordu. Daima yüksek ücretler peşinde koşan Ayhan Işık ise piyasadaki ekonomik çıkmazın girdabına kapılmıştı. Öztürk Serengil’in “Tayfur”, Sadri Alışık’ın “Turist Ömer” tipleri de araya girmiş ve bir kör dövüşü başlamıştı.Bu furya içinde kenar mahalle delikanlısı tipinden açılan boşluğa Yılmaz Güney daldı.Başlangıçta ezildi, tökezlendi.Gene de yılmadı.Sonuna kadar direndi.Ve ”İkisi de Cesurdu” ile ilk çıkışını yaptı.Bu filmde çizdiği Kabadayı Ali Duran tipi Türk sinemasına Yılmaz Güney’i ikinci defa getirdi.Kısa bir süre içinde adı iyi oyuncuya çıktı Yılmaz Güney’in.
Yılmaz Güney’in “Çirkin Kral” sloganı da ortaya şöyle atıldı. Prodüktörler Cemiyeti’nin bir toplantısında konuşuluyordu. Söz Yılmaz Güney’e geldi: “Yılmaz Güney’in bütün çirkinliğine karşılık filmleri Anadolu’da iş yapıyor.Çirkin bir adamın bu derece tutulması şaşılacak şey!” dediler.
Gerçekten de çirkin dedikleri bu genç oyuncunun filmleri para getirir olmuştu.”Koçero”, “Kara Şahin” ve özellikle “On Korkusuz Adam” bu filmlerden sadece birkaç tanesiydi.
Yılmaz Güney, Tunç Başaran’ın yönettiği “On Korkusuz Adam”da, Türk sinemasına bir yeni tip getiriyordu.Bu yeni tipin adı “Konyakçı”ydı.Ve bütün macerası bir konyak şişesine bağlanmıştı. Anadolu seyircisi sevmişti “Konyakçı”yı.Kırık bakışlarında , ezik gülüşlerinde kendilerini bulur gibi oldular.Bu seyirciyle Yılmaz Güney arasında sempatik bir yakınlaşmanın sonucuydu.”Konyakçı” tipi, Yılmaz Güney’in tutarlı olması için belki de bir vesileydi.Asıl gerçek halk içinden gelmiş basit görünüşlü bir kişinin, halkın sözcülüğünü yapmasıydı.İşte bu sözcü toplumun alt katında yaşayan seyirciyi aşağılık duygusundan biraz olsun sıyırabildi.Üstelik bu katın seyircisi bebek yüzlü jönleri tutan, genellikle evde kalmış, resimli roman okuyucusu kızlardan daha az kaypaktı.
Anadolu seyircisinin Yılmaz Güney’i tutması da birden prodüktörlerin gözlerini açmıştı.Hazırlop bir mirasa konarcasına Yılmaz Güney’in üzerine gidip : “Yılmaz Bey, acaba hangi aylarda boş günleriniz var? Sizinle çalışmak isteriz,” dediler.
Jönler arasında iyi oyuncu sloganının öncülüğünü yapan Fikret Hakan’a Turgut Özatay, Ahmet Mekin ve en sonra da Yılmaz Güney katılınca, Türk sinemasında yeni bir dönem başladı: Güzel adam hegemonyasının çözülüşü ve Çirkin Adam döneminin başlayışı.
Kavruk yüzlü, iri gölgeli, yassı burunlu, Yılmaz Güney’in ağır bastığı bu yeni dönemde, Ayhan Işık’ın fiyatı inmiş, bazı jönler ucuza oynadıkları için fazla iş yapar olmuşlardı.Bu arada sarsıntı geçiren tiplerden biri de Öztürk Serengil’in Tayfur’u olmuştu.Sadri’nin Turist Ömer’ine de yol görünmek üzereydi.
“Başarıyı sürdürmek, yalnızca halkın sempatisine bırakılmamalıdır. Gerçek oyuncu, verdiğini değil, vereceğini düşünen ve her denemesiyle kendini aşan bir kişidir ” diyen Yılmaz Güney’in , Ayhan Işık ve Eşref Kolçak’tan teslim aldığı Kenar Mahalle Delikanlısı tipini olanca gücüyle, yaşatmaya çalıştığı görülüyordu.”
“Üçünüzü de Mıhlarım” dönemi
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’in “Üçünüzü de Mıhlarım” dönemini şöyle anlatıyor: “1965’te Yılmaz Güney’in oynadığı sıradan, düzeysiz filmlerden biriydi “Üçünüzü de Mıhlarım”. Bir kan davası konusunu işleyen “Üçünüzü de Mıhlarım”, 1994 yılının başlarında evinde çıkan bir yangın sonucu ölen Bilge Olgaç’ın yönetmenliğini yaptığı ilk filmdi.Güney yapımcı Hasan Kazankaya adına çevirdiği filmde, babasını camide namaz kılarken öldüren üç kardeşin izini sürerek intikam alıyordu.O dönemde bu ve buna benzer filmler Anadolu sinemalarında seyirciden çok büyük ilgi görüyordu.Özellikle çocuk ve genç izleyiciler bu tür filmleri yürekten alkışlayarak çirkin krala sevgi gösterisinde bulunuyorlardı.
“Büyük Yemin” adlı filminde (1970) “Üçünüzü de Mıhlarım”ın konusunu bir kez daha kullanan Memduh Ün, “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” da “Üçünüzü de Mıhlarım”ı şöyle anlatır: “ ‘Üçünüzü Mıhlarım’ın bir Meksika filminden alındığını duymuştum.”
1966: Yılmaz Güney 13 film çevirdi.
Yılmaz Güney ateşli silahla insan öldürmenin ve yaralamanın eşiğinden dönüyor
21 Nisan 1966: Türk sinema tarihinin en iyi filmlerinden birçoğunda imzası bulunan yönetmen Lütfi Akad’ın “Hudutların Kanunu” Urfa’daki setinde (Urfa, Siverek Yılmaz Güney’in babası Hamit’in memleketiydi) Yılmaz Güney sarhoş olarak, kaldığı Altay Otelinin ya da Altay Palas’ın holündeki aynaya gece saat 22 civarında ruhsatsız tabancayla 6 ya da 7 el ateş edince tutuklandı.
Beş gününü cezaevinde geçirdikten sonra da kefaletle serbest bırakıldı. Bu olayda şans Yılmaz Güney’e çok yardımcı oldu ve kurşunlarla delinen aynanın arkasında bulunan insanlara en ufak bir zarar gelmedi. Yılmaz Güney’e şansı yardım etmeseydi bu olayda pek çok insan ölebilir ya da yaralanabilirdi. Yılmaz Güney yine bu olaydan üç saat önce de Nebahat Çehre’ye ait otomobili devirip ağır hasara uğratmıştı.Güney 15 gün önce de ehliyetsiz otomobil kullanırken 11 yaşındaki bir erkek çocuğa çarparak yaralanmasına neden olmuştu.
Yılmaz Güney ve Nebahat Çehre Urfa’dan İstanbul’a dönerlerken iki kez küçük trafik kazası geçirdi.
3. Antalya Film Festivali
24 Mayıs -4 Haziran 1966 tarihleri arasında düzenlenen 3. Antalya Film Festivali’nden Yılmaz Güney’in oynadığı Duygu Sağıroğlu’nun yönettiği “Ben Öldükçe Yaşarım” ödülsüz döndü.Aynı festivalde Halit Refiğ’in yönettiği ve senaryosunu Kemal Tahir’le birlikte yazdığı ”Haremde Dört Kadın”ın gösterim kopyası filmin gösterildiği sinema salonunu basan gericiler tarafından imha edildi. Jüri bu filmi ne yazık ki izleyemedi.
Bu festivalin Jüri üyelerinden Nejat Duru da yaptığı değerlendirmede “Yılmaz Güney’e ve Fikret Hakan’a ahlaksızlıkları nedeniyle ödül vermedik,” dedi.
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Güney’in silah tutkusu da onu seven kadınları kendisinden uzaklaştırmıştır. Güney 1. Levent’teki villasında gece yarıları atış talimleri yaparak semt sakinlerine korkulu anlar yaşatırdı.Evinin duvarları çeşitli silahlarla doluydu.Ev ev değil, sanki silah deposuydu, cephanelikti.Güney belinde silahı olmasa muhakkak otomobilinde silah bulundururdu.Yılmaz Güney’e göre silahı sevgilisiydi. Güney çocukluğunda cılızdı.Köy meydanında akranlarıyla yaptığı güreşlerde hep sırtı yere gelirdi.
4. Antalya Film Festivali
25 Mayıs -5 Haziran 1967 tarihleri arasında düzenlenen 4. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Hudutların Kanunu”yla (yönetmen: Lütfi Akad) erkek oyuncu ödülüne layık bulundu. “Hudutların Kanunu”nda senaryoyu Akad ile Güney birlikte yazmıştı.
Agah Özgüç, “Neden Yılmaz Güney” adlı kitabında seçici kurulun Kartal Tibet’i ödüllendirdiğini sızdırma haber olarak duyuran Anadolu Ajansı’na tepki olarak ödülü bir kez daha toplanıp ikinci kez seçim yaparak bu kez Yılmaz Güney’e verdiğini yazmıştır.
Memduh Ün, “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitapta o yıl ki Antalya Film Festivali’ni şöyle anlatır: “Yaprak Dökümü” adlı filmim (1967) festivale katıldı, ama berbat bir seçici kurul vardı orada.Yılmaz Duru’nun imamlı bir filmine (“Zalimler”) verdiler büyük ödülü.Antalya Belediye Başkanı Avni Tolunay koyu sağcıydı. Jüriyi o oluşturuyordu. Muharrem Ergin jüri başkanıydı.Meşhur bir sağcıydı.”
O yılın Antalya Film Festivali jürisinde Tarık Buğra, Orhon Arıburnu, Aram Gülyüz, Orhan Çağman, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu gibi isimler de vardı
Beş yılda 66 film çevirdi
1968: Yılmaz Güney 9 film çevirdi.1964-68 yılları arasındaki 5 yılda Yılmaz Güney toplam 66 film çevirdi.
Bu kadar kısa sürede bu kadar çok film çevirdiği için, fotoğraf çektirir gibi film çevirdiği için, Yılmaz Güney’in filmlerinde, Sergio Leone’nin yönettiği ve Clint Eastwood’un oynadığı bir filme, Steve McQueen’li bir başka filme, “Magnificent Seven-Yedi Silahşörler”in uyarlamasına (“On Korkusuz Adam”), 1950’nin klasikleşen filmi “The Gunfighter”ın uyarlamasına (Yılmaz Güney’li “İkisi de Cesurdu”-1963- ve Fikret Hakan’lı “Sürgün”-1976- bu filmin Türk çevrimleri), hatta Mario Puzo’nun çok satan ucuz romanı “Baba-The Godfather”dan ya da bu filmin Marlon Brando’lu sinema uyarlamasından alınmış gibi duran sahnelerin olmasını olağan karşılamak, bunlara şaşmamak gerekir. Yılmaz Güney bir dönem bolca, bol kepçe özenti, taklit, fabrikasyon filmler, seri üretim filmler yapmıştır.
1968’e gelindiğinde Halit Refiğ bir yıldır işsizdi; parasızlıktan otomobilini, ev eşyalarını ve giysilerini satmak zorunda kalmıştı.Metin Erksan da uzun süredir işsizdi.Ev kirasını ödeyemeyince eşyalarına haciz kondu ve sokakta kaldı…Ömer Lütfi Akad ise aynı dönemde hem para kazanmak hem de filmcilik bilgisini/görgüsünü arttırmak için Türkiye’de çekilen yabancı filmlerde yönetmen yardımcılığı yapıyordu.( ”L'immortelle-Ölümsüz Kadın” ; 1963; Yönetmen: Alain Robbe- Grillet )…
Yılmaz Güney’in kızının annesi (Can Ünal) kirasını ödeyemeyecek duruma düşüyor
1968: Yılmaz Güney’in kızı Elif’in annesi olan Can Ünal Hanımın ev eşyaları beş aylık kirasını ödeyemediğinden haczedildi. Yılmaz Güney film başına 60 bin lira alıyordu.Can Hanımın beş aylık ödenemeyen kira borcu 4 bin 800 liraydı.Üstelik Yılmaz Güney Nebahat Çehre’yle evli olduğu dönemlerde bile Can Ünal’a “Karıcığım” hitaplı mektuplar gönderiyordu.
Yeri gelmişken, Oral Çalışlar’ın Deniz Gezmiş’ten Yaşar Kemal’e Portreler kitabında Yılmaz Güney’le ilgili verdiği Güney’in üç kez evlendiği bilgisinin doğru olmadığını, Can Ünal’la evlenmediğini belirtelim.
Can Ünal’ın kirasını ödeyememe durumuyla ilgili yorumumuz şöyle : Yılmaz Güney daima gelirlerinden daha fazlasını harcadığından, sürekli kumarda para kaybettiğinden ve çalışmadan geçinmenin bir yolunu bulmuş bir sürü asalak insana para dağıttığından o dönemde de beş parasız kalmış olabilir.
Yeri gelmişken Yılmaz Güney’e otomobil kullanmayı “Pilot Ziya” lakaplı prodüksiyon amiri Ziya Güçlü’nün öğrettiğini, Ziya Güçlü’nün oğlu Cengiz Güçlü’nün de son dönemde “Abdülhamit Düşerken”den (yönetmen: Ziya Öztan) “No Ofsayt”a (yapımcılar: Ali Taran, Mine Vargı ve Ömer Vargı; yönetmenler: Mehmet Bahadır Er ve Maryna Gorbach) kadar çeşitli filmlerde oyuncu olarak çalıştığını belirtelim.
Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
“1968'de askere gittim. 1970 Nisan'ında döndüm.”
Yılmaz Güney’in dilekçesi
Yılmaz Güney Sivas’ta askerliğini yaptığı dönemde Adana Filmciler Derneği Başkanlığı’na bir dilekçe yollar.Dilekçeden bir bölüm şöyle:
“1964-65 yıllarında oynamış olduğum,”Kasımpaşalı”, “Kasımpaşalı Recep” ve “Beyaz Atlı Adam” adlı filmlerimin isimleri, afişleri değiştirilerek, yeni çekilmiş filmler gibi tekrar vizyona çıkartılarak seyirci aldatılmaktadır.Türk sineması için büyük bir darbe olan bu olayı protesto eder, gerekli işlemin yapılmasını derneğinizden rica ederim.”
5. Antalya Film Festivali:
25 Mayıs-5 Haziran 1968 5. Antalya Film Festivali’nde Yılmaz Güney’in baş rolünde olduğu “İnce Cumali” birincilik, yönetmen (Yılmaz Duru), senaryo yazarı (Türkan Duru), yardımcı erkek oyuncu (Erol Taş) ödüllerine layık bulundu.“Seyyit Han” Antalya Film Festivali ön jürisince ön elemede elendi.
Yılmaz Güney’in kısa süren aşkı
1969: Kıbrıs’tan gelen ve İstanbul’daki ünlü turistik gece kulubü Parisien/ Parizyen’de içki hostesi (bir çeşit garson) ve striptiz yıldızı olarak çalışan Feri(ha) Cansel’de Yılmaz Güney’in bir diğer kadınıdır. Yılmaz Güney’in kızı Elif’in annesi Can Ünal’dan ve Nebahat Çehre’den sonraki, Fatoş Güney’den önceki kadınıdır Feri Cansel. Agah Özgüç’e göre bu maceraya Güney’i çeken, Feri Cansel’in temiz yürekli bir kadın oluşuydu. Cansel vefalı ve sadık bir sevgiliydi.Güney’i iki tabancayla birlikte yakalanıp tutuklandığında adliyede ya da askerliğini yaptığı Muş’ta yalnız bırakmamıştı.Cansel Güney’le 1969’da gösterime giren ”Kurşunların Kanunu”, “Bir Çirkin Adam” ve “Belanın Yedi Türlüsü” filmlerini çevirmiştir. 1974-79 dönemindeki seks filmleri döneminin en ünlü yıldızlarından biri olan Feri Cansel 1983’te sevgilisi Melih Ük tarafından öldürüldü.
Agah Özgüç Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Yılmaz Güney’in 1970’te evlendiği ve ona bir oğul veren Fatoş Süleymangil’in ailesi başlangıçta Yılmaz Güney’i damat olarak istememişlerdir. Fatoş Süleymangil, Savaş Eşici’nin karısının kolej arkadaşı olarak Yılmaz Güney’le tanışmıştı.
Yılmaz Güney’in hayatına kısa süreliğine giren kadınlar arasında Feri Cansel’den başka Oya Peri de vardı.Sema Özcan’la da adı birlikte anıldı.Yılmaz Güney karda yürüyüp izini belli etmeyen çapkın erkeklerdendi.Çevresinde pek çok da çapkın kadın vardı.
Yılmaz Güney ile Oya Peri’nin bir haberini yapmıştım.Güney Peri’yi evinden zorla alıyor, zorla kaçırıyor, yolda aşırı hızla kullandığı otomobille bir başka otomobile çarpıyor, Peri bu kaza sırasında başını otomobilin camına çarparak bayılıyor.Güney , Peri’yi Gayrettepe’de King otele götürüyor.Peri, Güney’in yanındaki , otel odasındaki masanın üzerindeki silahların bolluğunu (üç tüfek) ve cephaneliği görünce korkuya kapılarak otelden kaçıyor.Yılmaz Güney’de onu çıplak ayakla kovalıyor ve yakalıyor.Bu olayı 15 Mayıs 1970 tarihli Pazar gazetesinde yazdım.Yılmaz Güney, ” Agah Özgüç, 15 gün sokağa çıkmasın, çıkmayacak!” diye haber gönderdi.15 gün sokağa çıkmamı yasakladı. Yılmaz Güney’le fabrikatör kızı olan Fatma/Fatoş Süleymangil’le Lalezar’daki düğününde barıştık. Kendisine “Merhaba Bay Örfi İdare!” diye takıldım. ”
“Seyyit Han”la aydınların inanılmaz övgülerini kazanıyor
22 Mayıs 1969: 1. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Seyyit Han –Toprağın Gelini”yle erkek oyuncu ödülünü kazandı.Yılmaz Güney aynı zamanda bu filmin yönetmeni, senaryo yazarı ve yapımcısıydı. “Seyyit Han –Toprağın Gelini”yle bu festivalde üçüncülük ödülünü de kazandı.
Kemal Tahir, “Seyyit Han”ı göklere çıkarıyor
19 Haziran 1969: Metin Erksan’ın 1 Şubat 1973’te Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazıda Turhan Gürkan’a “Dünyanın en büyük romancılarından biri olarak tanımladığı Kemal Tahir, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Turhan Gürkan’a Yılmaz Güney’in “Seyyit Han –Toprağın Gelini”yle ilgili şunları söyledi:
“Seyyit Han –Toprağın Gelini’ karşısında büyük heyecan duydum. Bence halk sinemasının halka bir meseleyi nasıl anlatması gerektiğini en kaba, en kaba olduğu için de en kestirme yoldan gösteriyordu. Ulusal sinemamızın belli başlı ana yollarından birine işaret ediyordu. Biz bu dönemde teknik yanlışlar, en açık senaryo hataları, hatta yer yer uygulamalar üzerinde durmamalıyız.Filmin genel havası yüzde yüz Türk’tür.Ayrıca dünyanın aradığı halk sineması koşullarına son derece uygun bir filmdir ‘Seyyit Han –Toprağın Gelini’.
Sözgelimi, aralıksız kurşun yediği halde kahramanın sendelememesi, hayatın gerçeğiyle, sinemanın gerçeği arasındaki büyük farkı belirleyen en iyi sahnedir.
Yılmaz Güney, gerçekten halkın arasından yetişmiş, halkın her şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır.Böyle sanatçılardan, bir aydın olarak benim de öğrenecek çok şeyim olduğuna inanıyorum.”
Ahmet Kahraman, “Seyyit Han”ı anlatıyor:
Ahmet Kahraman, “Kürt İsyanları: Tedip ile Tenkil” adlı kitabında “Seyyit Han”dan şöyle bahseder:
“Ferzende ile Halis Bey’den sonra adı, “kılamlara” konu olan bir başka gerilla lideri “Seyyit Han”dı.
“Seyyit Han” motifi, daha sonra Yılmaz Güney’e de konu olacaktı.Seyyit Han, Ferzende gibi Hasenan aşiretindendi.Yılmaz Güney’in annesi Güllü de aynı aşirete mensuptu.
Yılmaz Güney, onun efsanevi öyküsünü annesinden dinlemiş olmalı ki, “Seyyit Han” filminde, koyu sansüre rağmen biyografik ögelerini serpiştirmişti.
Yine Seyyit Han tıpkı Ferzende gibi “kılamlara” konu alan adını Şeyh Said isyanıyla duyurmuş, daha sonra uzun süre kaçak yaşamıştı. İsyancıların toplanması üzerine Ağrı Dağı’na geçiyor, gerilla lideri olarak savaşa giriyordu.
Seyyithan, birçok gerilla lideri gibi daha sonra da çatışmaya devam etti.1932 yılında Suriye’ye geçmek isterken kurulan tuzakla öldürüldü.”
Kardeşi Yaşar Pütün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Kardeşi Yaşar Pütün’e göre halkın kadife sesli bildiği Yılmaz Güney, film setlerinde çok farklıydı.Oyuncularına bağıran, çağıran, parlayan bir yönetmendi.Çalışma anında konsantrasyonu bozulduğunda sinirleniyordu.
“Köyde Seyyit Han’ı hem oynuyor, hem yönetiyordu. Oyunculardan biri, abimin defalarca tekrarlamasına rağmen bir türlü rolünü yapamıyordu.Adam uzaktaydı.Abim sinirlendi.Elindeki tüfekle oyuncuya ateş etmeye başladı.Adam var gücüyle koşmaya başlayınca, “İşte şimdi oldu,” dedi.
Yılmaz Güney, kamera önünde her şeyin gerçeğe uygun olması konusunda kendine karşı da ödünsüzdü. ”Seyyit Han”ın çekimini bütün Yenice köyü (Yılmaz Güney’in doğduğu köy) halkı izledi. ”Seyyit Han”ın, traktöre bağlanıp sürüklenmesi sahnesinde, kamera oyunlarına, dublöre başvurmadı. Kendisi oynadı.Traktörün arkasında tozlara çamurlara bulanarak sürüklenirken, hafif yara bereler de aldı.
Adana’nın Oymaklı köyünde “Umut” filmi çekiliyordu.Köyün çocukları set olarak kullanılan kuyu başında toplanmışlardı.Yılmaz Güney, yalvaran bir sesle : “Çocuklar oradan uzaklaşın, film çekeceğiz,” dedi. Fakat çocuklardan hiçbiri istifini bozmadı. Bunun üzerine Yılmaz Güney: “Çocuklar orası kazılırken, sizlerin görünmemesi gerekiyor. Çekilin oradan,” dedi.Yalvarmaları sonuç vermeyince tabancasını çekti. Başlarının üstüne birkaç el ateş edince, kimsecik kalmadı.” (Ahmet Kahraman’ın“Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabından)
7.Antalya Film Festivali
25 Mayıs-5 Haziran 1970 tarihleri arasında düzenlenen 7. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Bir Çirkin Adam”la erkek oyuncu ödülüne layık bulundu.Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı , yönettiği ve yapımcılığını da üstlendiği ”Bir Çirkin Adam” Antalya Film Festivali’nin birincilik ödülüne de layık bulundu. Antalyalılar diğer tüm Türk film yıldızlarına olduğu gibi Yılmaz Güney’e de inanılmaz ve müthiş bir sevgi gösterisinde bulundular.
Fatma Süleymangil’le evleniyor
27 Haziran 1970 Cumartesi Lalezar’da Yılmaz Güney’le 18 yaşındaki Fatma Süleymangil’in düğün kutlaması yapıldı.Nikah birkaç saat önce Güney’in Levent Mektep Sokaktaki evinde kıyılmıştı. Çocukluktan yeni çıkmış, çok genç gelinin ailesi, bu evliliği içlerine sindiremediklerinden düğüne katılmadı. Sosyete terzisi ve Yılmaz Güney’in hamisi Mualla Özbek’in Süleymangil ailesini yumuşatma çabaları boşa gitmişti. Mualla Hanım, Güney’in Nebahat Çehre’yle olan evliliğinde olduğu gibi Fatma Süleymangil’le evliliğinde de nikah şahidiydi.O gün Yılmaz Güney’in annesi Güllü Hanım’da mutluluktan uçacak gibiydi.Düğün davetiyesinde evlenenlerin ebeveynlerinin isimlerinin bulunmamasıysa dikkat çekiciydi.Lalezar’daki düğüne katılanlar arasında Yılmaz Güney’in yakın dostu Kabadayı Dündar Kılıç da vardı.Kısa bir süre önce de Yılmaz Güney, Dündar Kılıç’ın ortak olduğu kumarhanede ruhsatsız silahla yakalanmıştı.Güney önce silah benim demiş sonra da ifadesini değiştirmişti.
“Seyyit Han”dan sonra “Umut”la da aydınların gözdesi oluyor...
26 Eylül 1970: 2. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Umut”la erkek oyuncu ödülüne layık bulundu.Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı , yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği “Umut” festivalde birincilik ve senaryo ödüllerini de kazandı.
“Umut”un bir başka özelliğiyse, Cumhuriyet Gazetesi başyazarı Nadir Nadi’nin 20 Ekim 1970 tarihli yazısındaki övgülerini kazanarak, bu gazete çevresinde toplanan aydınların Yılmaz Güney’e güçlü bir destek vermeye başlamasına yol açmasıdır.
“Umut”un kadrosu aşağıdadır:
Yönetmen ve Senaryo yazarı: Yılmaz Güney; Görüntü yönetmeni: Kaya Ererez; Müzik: Arif Erkin; Oyuncular:Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz, Gülşen Alnıaçık, Osman Alyanak, Enver Dönmez, Kürşat Alnıaçık, Sema Engin, Sevgi Tatlı, Hicret Gürsoy, Lütfi Engin, Kemal Tatlı, Mehlet Eken.
Aydınların övgülerine boğulan “Seyyit Han”ın kadrosunu da hatırlatalım:
Yönetmen ve Senaryo : Yılmaz Güney; Görüntü yönetmeni: Gani Turanlı; Müzik: Nedim Otyam; Oyuncular : Yılmaz Güney, Nebahat Çehre Hayati Hamzaoğlu, Nihat Ziyalan, Danyal Topatan, Sami Tunç.
“Umut”un bir başka olayı da Türkiye Cumhuriyeti’nden gösterim izni alınamayınca film yurt dışına gizlice çıkarılmış ve 1971’de Cannes Film Festivali’nin Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde gösterilmiştir.
“Umut” konusunda Memduh Ün, “Yılmaz Güney’in başyapıtı” derken, Halit Refiğ, “ ‘Umut’tan hiç hoşlanmadım.Filmde yaratılmak istenen dram bana yabancı geldi.Yerli bir dram olarak gelmedi,” Agah Özgüç’se “Yılmaz Güney’in ilk başyapıtı” diyecektir.
Halit Refiğ’e film teklifi
Yılmaz Güney, 2. Adana Altın Koza Film Festivali’nde “Bir Türke Gönül Verdim” adlı filmi ikincilik ödülüne layık bulunan Halit Refiğ’e birlikte film yapmayı teklif etti. ”Bela Çiçeği” adlı tasarıda hikayeyi Yılmaz Güney geliştirmişti.Baş rolde Güney ve Fatma Girik oynayacaktı. Refiğ senaryoyu yazıp filmi yönetecekti. Filmin hikayesi de Yılmaz Güney’in Konya’daki sürgün döneminde genelevdeki bir kadınla yaşadığı tutkulu aşk ilişkisi ve kadını genelevden kurtarması üzerine bina edilecekti, ancak senaryoda baş karakter kabadayı olacaktı.Bu tasarı önce rafa kalktı, sonra da Şerif Gören’in yönettiği Kadir İnanır ile Hülya Avşar’ın oynadığı “Güneş Doğarken”e esin kaynağı oldu.
Yalan yanlış bilgilerle dolu Yılmaz Güney kitapları
Kristin Thompson ve David Bordwell’in “Film History: An Introduction-Sinema Tarihi: Bir Giriş” adlı kitabında “Umut”tan söz edilirken bir yanlış bilgi verilir: Güya film, “Piyangoda büyük ikramiye çıkmasını uman taksicinin öyküsü”dür. Herhalde ve büyük olasılıkla dünyaca ünlü bu sinema yazarları “Umut”u izlememiştir bile.
Agah Özgüç’te Rusya’da yayınlanan ve Abdul Anbiyeviç Hüseynov’un “Yılmaz Güney: Yaşamı ve Sanatı” adlı kitaptaki yanlışlarına ayırdığı yazısını “Bir Sinema Yazarının Günlüğünden Aykırı Notlar” adlı kitabına alır.Hüseynov’da “Zavallılar”ı izlemeden bu film üzerine yanlış bilgiler vermiştir kitabında. Hüseynov’un kitabında daha birçok yanlış vardır.
Agah Özgüç Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Kendi kendini yaratan, ustası olmayan Yılmaz Güney “Umut”la aydınların kalbini ve desteğini kazandı.Atıf Yılmaz’ın asistanlığını yaptı ama onu taklit etmedi.Taklit etmeye çalışsaydı çuvallardı.Yılmaz Güney’in son filmi “Duvar”a kadar devamlı ve istikrarlı bir yükselişi vardır.” (Agah Özgüç’le yaptığımız söyleşiden).
1970 yılının diğer olayları
20 Ekim 1970: Nadir Nadi’nin Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısında “Umut”u övgülere boğmasıyla Yılmaz Güney Cumhuriyet Gazetesi ve Sinematek Derneği çevresinde toplanan aydınların tam onayını ve desteğini kazandı.
3 Kasım 1970: Yılmaz Güney Kabadayı İdris Özbir’e kumarda 50 bin lira kumar borcu için bir belge imzaladı.Yılmaz Güney Adanalı hemşerisi İrfan Atasoy’la partisi 80 bin liradan tavla oynuyor ve yenilince de Atasoy’un filmlerinde bedava oynamak zorunda kalıyordu.
Halil Ergün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Yılmaz Güney benim fakülte arkadaşlarımdan ve devrimci harekete katılmasının müsebbiplerinden biri de benimdir. Mahir Çayan’lar, Yusuf Küpeli’ler gibi devrimcilerle tanıştıran bendim.”
(Halil Ergün’le Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde 5 Mart 2008’de yapılan halka açık söyleşiden).
Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
“1971 yılı Mart ayında bazı işlerim nedeniyle Ankara’daydım.Sinemacı arkadaşım Mustafa Alabora, bazı öğrencilerin benimle görüşmek istediklerini söyledi.Gençlik liderlerinden Deniz Gezmiş’in evine gittim.Burada Kazım Özüdoğru,Yusuf Küpeli ve Ertuğrul Kürkçü adında üç genç daha bulunuyordu.Gençlerle toplumsal çelişkileri açımlayan filmler üzerine konuştuk.Birkaç hafta sonra, Yusuf Küpeli, Ulaş Bardakçı’yla birlikte, İstanbul’da evime geldi.Ulaş Bardakçı, öğrenci hareketleri için, benden iki bin lira para istedi.Parayı verdim.”
Kardeşi Yaşar Pütün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“THKP-C’nin önderlerinden Ulaş Bardakçı abimlere gelip gidiyordu. Geldiğinde abim onu çalışma odasına alıyor, saatlerce konuşuyorlardı.”
(Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabından).
Sıkıyönetim Dönemi
12 Mart 1971: 27 Mayıs 1960’dan sonraki ilk askeri darbe gerçekleştirildi. Bu kez Parlamento kapatılmadı.Türk Silahlı Kuvvetleri, öğrenci hareketlerinin silahlı eylemlere dönüşmesi üzerine muhtıra verdi.Bunun üzerine Başbakan Süleyman Demirel istifa etti.Partiler üstü ilk hükümeti kurma görevi 19 Mart’ta CHP Kocaeli Milletvekili Profesör Nihat Erim’e verildi.Nihat Erim bunun üzerine partisinden istifa etti.7 Nisanda hükümet hem Adalet Partisi, hem de CHP milletvekillerinden güvenoyu aldı.
7 Mayıs 1971: Sıkıyönetim Kanunu kabul edildi.
17 Mayıs 1971: İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim(Ephraim) Elrom, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman tarafından kaçırıldı.
Çayan THKP-C Örgütü kurucusu ve merkez komite üyesiydi.Teröristler 12 Mart darbesini yapmış olan komutanlarla bir pazarlık için Elrom’u kullanmak istemişlerdi.Askeri yönetim teröristlerle pazarlık yapmadığı gibi Orgeneral Faruk Türün’ün yönettiği “Fırtına Bir” operasyonuyla Elrom kurtarılmak, kaçıranlar da yakalanmak istendi. Önce İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve ardından 25 bin asker ile polis kentte bu cinayetten sorumlu olanları yakalayabilmek için genel arama yaptı.
(Tarkan Tufan’ın “Mahir Çayan’ın Hayatı ve Fikirleri” ve Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitaplarından ).
Tepeden tırnağa silahlı kişiler Yılmaz Güney’in evinin tavan arasında saklanıyor
Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabının 286, 287 ve 288. Sayfalarında, Yılmaz Güney’in 22 Mayıs 1971 Cumartesi gecesini 23 Mayıs 1971 Pazar gününe bağlayan ve devletin güç gösterisiyle İstanbulluları evlerine kapattığı gece THKP-C önderlerini evinde sakladığını açıklamıştır.
“İsrail Konsolosu Elrom’u kaçıran Mahir Çayan, Oktay Etiman,Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir örgütün üst düzey elemanlarından Saffet Alp’in Fatih’teki evinde bir araya gelip geceki sokağa çıkma uygulamasından kurtulmanın çaresini tartışmaya başladılar.Saffet Alp’in evinin güvenli olmadığı sonucuna vardılar.Çıkış yolunu tartışırken Yılmaz Güney’e başvurmaya karar verdiler.Sokağa çıkma yasağına bir saat kala Yılmaz Güney’e başvurdular. Acaba, onları barındırıp, saklayabilecek miydi? Yılmaz Güney: Hayır, bu tehlikeli bir iş. Yakalanırsam mahvolurum,” diyemedi.Çaresiz bu isteğe “evet” dedi. Ancak, Yılmaz Güney’den istekleri sadece evinin kapısını açmasıyla sınırlı değildi. Teröristleri Fatih’ten Levent’e nakletmesi de isteniyordu.Yılmaz Güney gece saat 23:00’te Birinci Ordu ve polis mensupları İstanbul’a dağılıp tüm kenti abluka altına almadan önce otomobilinin direksiyonuna geçerek Fatih’e gitti.Mahir Çayan, Oktay Etiman, Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı’yı buradan otomobiline alarak Levent Mektep Sokak’taki evine hareket etti.Ulaş Bardakçı Fatih’ten ayrıldıktan bir süre sonra yolda otomobilden inmişti.
Sonrasını Güven Şengil şöyle anlatmıştı:“Yılmaz Güney konumundaki bir adamın hem kendini, hem eşini, hem doğacak çocuğunu bile bile riske atması görülmüş şey değildir. Mahir Çayan ve arkadaşları silahlıydı.Her şeyi göze almış insanlardı.Varolma savaşı veriyorlardı.Yakalandıklarını anladıkları an, teslim olacak adamlar değillerdi.Çatışacakları kesindi.”
23 Mayıs 1971 Pazar günü Levent Mektep Sokak’taki evine teröristleri aramak için gelen askerlere Yılmaz Güney eliyle tavan arasını göstererek “şakayla karışık”, “Yukarıdalar!” dedi.Arama için gelen askerlerin başındaki subayın aldığı bu yanıtla tavan arasını arattırmaktan vazgeçeceğini iyi hesaplamıştı.Levent Mektep Sokak’taki aramadan sorumlu subay bu sözleri, evin sahibinin çok şakacı olduğuna yorarak ciddiye almadı ve tavan arasına hiç çıkılmadı.
Oysa İsrail Konsolosu Elrom’u kaçırıp birkaç saat önce öldürenler gerçekten de tavan arasında saklanıyordu.Üstelik tepeden tırnağa silahlıydılar.Ellerinde silahları, parmakları tetikte bekliyorlardı.
Arama o kadar üstün körü yapıldı ki Yılmaz Güney’in evde sakladığı iki tabancayı da, tavan arasındaki teröristleri de askerler bulamadı.İyi ki de bulamadı.Yoksa ortalık kan gölüne dönüşecekti.
23 Mayıs 1971 Pazar: Elrom’un öldürülmüş olarak bulundu.
Yılmaz Güney bu olayı “farklı” anlatıyor:
1971 Mayıs’ıydı. Kapım çalındı.Ulaş Bardakçı ve üç arkadaşıydı gelenler. Polis tarafından arandıklarını söyleyerek kendilerini saklamamı istediler. Karım Fatoş Güney’in hamile olduğunu söyleyerek kendilerini geri çevirdim.Konuklarım hiç gücenmediler. Gittiler. Aynı yılın ekim ayında oğlumun doğumunu kutlamak için Ulaş Bardakçı, Mustafa Alabora aracılığıyla bana, armağan olarak 7,65 çapında bir tabanca gönderdi.Buna karşılık olarak ben de 38 kalibrelik bir tabanca ve öğrenci hareketlerine katkı amacıyla dört bin lira armağan gönderdim.”
“Mayıs 1971’de on binlerce aydın, sanatçı, yazar gibi ben de gözaltına alındım. Hakkımda hiçbir delil yoktu. Sadece kuşku. Bir hafta gözaltında tutulduktan sonra serbest bırakıldım; resmi olmayan bir emirle, sözlü bir emirle ve tehditle Nevşehir'e üç aylığına yine sürgün edildim. Bu kez polise imzaya gitmiyordum, polis beni dıştan kolluyordu.”
Yılmaz Güney tutuklanarak cezaevine atılacağını önceden haber almıştı
Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” kitabında (Sayfa: 279-280) Yılmaz Güney’in tanıdığı bir albaydan ve polislerden tutuklanacağı haberleri aldığını yazmıştı. Bunu önlemek için de çaresizce bazı girişimlerde bulundu. Bu girişimlerden biri de yaptığı çok yüklü bağıştır.
Aynı kitaptan bir bölüm şöyle: “Yılmaz Güney Ankara’da Orduevi Sineması’nda bir filmin galasına katıldı.Kuvvet komutanlarının katıldığı galadan sonra, Hava Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı’na o dönemin parasıyla astronomik bir rakam olan 750 bin liralık bir bağış yaptı.”
Yılmaz Güney göz altında...
27 Mayıs 1971 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasının sol tarafındaki manşet: “Güvenik güçlerince evlerinde yapılan aramada DEV-GENÇ’e yardım ettikleri anlaşılan Yılmaz Güney ile beş filimci göz altında…”
Haberin içeriğinde filmcilerin DEV-GENÇ’e para yardımı yaptığının belgelendiği duyuruluyordu.
Yine aynı gün Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasının sağ tarafındaki manşet: “Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Türün suallerimizi cevaplandırdı: İstanbul’daki tutuklu sayısı 132. Elrom’un öldürülmesiyle ilgili olarak aranan 2 kişi yakalandı.
30 Mayıs 1971: Efraim Elrom’u öldürdükleri gerekçesiyle aranan teröristlerden ikisi İstanbul Maltepe’de gizlendikleri evden kaçarken polisle karşılaşınca Binbaşı Dinçer Erkan’ın kızı Sibel’i rehin aldı.
1 Haziran 1971: Rehin alınan Sibel Erkan, güvenlik güçlerinin düzenlediği operasyonla kurtarıldı.Operasyonda polisle çatışan teröristlerden Hüseyin Cevahir öldürüldü, Mahir Çayan’sa yaralı olarak ele geçirildi.
3. Adana Film Festivali
Eylül 1971: 3. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Ağıt”la erkek oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen dallarında ödüllendirildi. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği “Ağıt” festivalde birincilik ve görüntü yönetmeni ödüllerine de layık bulundu.
27 Kasım 1971: Ölüm cezası talebiyle yargılanan Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve arkadaşları Maltepe Askeri Cezaevi’nden tünel kazarak firar etti.
19 Şubat 1972: İstanbul Maltepe’deki Askeri Cezaevi’nden kaçan Ulaş Bardakçı ölü, Ziya Yılmaz ise yaralı olarak ele geçirildi.
Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
“Ulaş Bardakçı, 19 Şubat 1972’de öldürüldü.17 Mart’ta da devrimcilere yardım gerekçesiyle tutuklandım. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldım. Ecevit hükümetinin 1974 genel affıyla serbest bırakıldım.”
Yılmaz Güney, Mahir Çayan’a yardım etmekle suçlanıyor
17 Mart 1972: Yılmaz Güney, yasa dışı THKP-C Örgütü’ne (Mahir Çayan ve arkadaşlarına) para, yataklık, saklamak dahil her türlü yardımı ettiği gerekçesiyle ve örgütün üyesi olduğu iddiasıyla tutuklandı. İki yılını Selimiye Kışlası, Bayrampaşa ve Toptaşı Cezaevleri’nde geçirecekti.Tutuklandığında Fatoş Hanımdan olan oğlu Yılmaz henüz altı aylıktı.
26 Mart 1972: Mahir Çayan Ünye Hava Radar Üssü’nde görevli iki İngiliz ve biri Kanadalı teknisyenin kaçırılması eyleminde yer aldı. Eylemi Dev-Genç düzenledi...Mahir Çayan öldürülüyor
30 Mart 1972: Tokat, Niksar, Kızıldere köyünde askerler üç teknisyeni kurtarma operasyonu düzenledi.Teknisyenler öldürülmüş olarak bulundu.Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Saffet Alp,Ömer Ayna,Hüdai Arıkan, Sinan Özüdoğru,Nihat Yılmaz ve Selahattin Kurt adlı teröristler çatışmada öldürüldü.Dev-Genç genel başkanı Ertuğrul Kürkçü ise sağ olarak ele geçirildi.
Aralık 1973: dünya çapında ünlü 160 sanatçı Yılmaz Güney’in serbest bırakılmasını istiyor
Sinema yazarı Zahit Atam : 1970’li yıllarda Türkiye Sinemasının dışa açılan yüzü Yılmaz Güney’di. 1972’de tutuklandığında dünya genelinde 160’dan daha fazla sanatçı toplu bir imzayla Türkiye Cumhuriyeti’ne bir dilekçe vermiş ve Güney’in serbest bırakılmasını istemişti. Sonra 1970’lerin sonlarında “Sürü”, “ Düşman”, 1982’de “Yol” dünya sinemalarına çıktığında Üçüncü Dünya’nın en önemli temsilcilerinden birisi olduğu kabul edilmişti. Halen dünya genelinde en yaygın olarak gösterilen filmimizdir, “Yol”. (Birgün Gazetesi, 12 Ağustos 2009)
Yılmaz Güney’in affını isteyen sanatçılar
Yılmaz Güney’in tutuklu olarak yargılanmasına itiraz edenler arasında Elizabeth Taylor, Alida Valli, Richard Burton, Melina Mercouri, Costa-Gavras, Jean-Luc Godard, Jules Dassin, Tony Richardson, Peter Brook, Jean Paul Sartre, Francesco Rosi, Marco Ferreri, Lotte Eisner, Agnes Varda, Jacques Demy, Jean -Pierre Gorin, Jean- Louis Barrault, Jack Lang, Paul Seban, Marcel Bluwall, Henri Langlois, Roger Planchon, Jean-Marie Serreau, Pascal Ortega,Loleh Bellon, Jacques Debary, Philippe Laik, Claude Otzenberger, Klaus Eder, Edgar Reitz, Elio Petri, Thorold Dickinson,Andre Delvaux, Michel Fano, Marc Delouze, Regis Hanrion, Ulrich Gregor, Yvette Biro gibi sanatçılar ve aydınlar vardı.
4. Adana Film Festivali
28 Eylül 1972: 4. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Baba”yla erkek oyuncu ödülüne layık bulundu. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Baba” da festivalin birincilik ödülünü kazandı.Bir gün sonra seçici kurul yeniden toplanarak bu ödülleri geri aldı.Yılmaz Güney bu olaydan sonra hiçbir filminin ulusal festivallere katılmasına izin vermedi.
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’in hasılat rekorları kıran “Baba”sıyla (1972) Cannes Film Festivali’nde yönetmen ödülünü kazanan “Üç Maymun” filmi (2008) arasında benzerlikler olduğunu söylüyor.
''Üç Maymun’un öykü gelişimi ve finali farklı da olsa temel öyküsü, çıkış noktası, konusu ve karakterleri Yılmaz Güney’in “Baba”sına çok benziyor” diyor ve sözlerini sürdürüyor: “İki film arasındaki temel fark, ikinci filmde kocası cezaevinde olan kadının zengin adama aşık olmasıdır.”
Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney yapan filmlerden biri olan, “Baba”nın kadrosu aşağıdadır:
Yönetmen ve Senaryo: Yılmaz Güney ; Görüntü Yönetmeni : Gani Turanlı; Müzik: Metin Bükey; Oyuncular : Yılmaz Güney, Müşerref Tezcan, Kuzey Vargın, Yıldırım Önal, Ender Sonku, Nedret Güvenç, Feridun Çölgeçen.
Ecevit-Erbakan koalisyon hükümeti
13 Ocak 1974: CHP (Bülent Ecevit)-MSP(Necmettin Erbakan) koalisyonuna ilişkin anlaşma sağlandı.
7 Şubat 1974: CHP-MSP koalisyonu Meclis’ten 235 oyla güvenoyu aldı.Koalisyon hükümetine 136 ret oyu verildi.
10 Nisan 1974: Hükümetin genel af teklifi Meclis’te kabul edildi.
27 Nisan 1974: Genel Af Kanunu teklifi Cumhuriyet Senatosu’nda da kabul edildi.
18 Mayıs 1974: Af Kanunu Resmi Gazete’de yayınlandı.Aftan yararlananlar tahliye edilmeye başlandı.
Yılmaz Güney iki yıl iki ay hapis yattıktan sonra af yasasından yararlanarak cezaevinden çıktı.
20 Mayıs 1974: THKP-C davasında yargılanan, örgüt üyelerine yardım ve yataklık yapmakla suçlanan ve iki yıl iki aydır tutuklu bulunan Yılmaz Güney genel aftan yararlanarak tahliye edildi.Güney 17 Mart 1972’de tutuklanmıştı.
Yılmaz Güney’le ilgili kapsamlı bilgi arayanlar için kaynak kitaplar:
Yılmaz Güney’le ilgili daha geniş bilgiye sahip olmak isteyenler, Agah Özgüç tarafından yazılan, “Neden Yılmaz Güney!” , “Arkadaşım Yılmaz Güney”, “Bütün Filmleriyle Yılmaz Güney” , “Türk Sinemasında İntiharlar ve Cinayetler Dosyası”, “Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü”, “Bir Sinema Yazarının Günlüğünden Aykırı Notlar” ve ”Antalya Film Festivali’nin 40 Yılı” adlı kitaplar ile yine Agah Özgüç’ün Sinema 65 Dergisi’ndeki “Sokaktaki Adam ya da Yılmaz Güney” adlı yazısı yanı sıra Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” ve Giovanni Scognamillo’nun “Yeşilçam’dan Önce, Yeşilçam’dan Sonra” adlı kitabına başvurmalı.