"Annem dikiş makinesini alçak bir sandık üstüne koyup, önüne, mindere oturuyor...Tıkır da tıkır dikiş dikiyor. Sağ yanından Amerikan bezleri makineye giriyor, sol yanından uzun paçalı erkek donları çıkıyor. Bunlar asker donları. Annemin asker donları dikerek kazandığı parayla geçinemiyoruz. Gündüzleri dantel örer, oya işler geceleri de makinada çamaşır dikerdi. On sekizinde annem o oyaları, renkli kuka ipliklerinden değil de, gözyaşlarından, gözünün ışığından örer sanırdım. Annemin elinden çıkmış o oyalardan bir tekine şimdi bütün kitaplarımı, bundan sonra yazacaklarımı da verirdim. Neyim varsa iyi olan, hepsini, her şeyimi anneme borçluyum."

Bütün anneler, annelerin en güzeli,

Sen, en güzellerin güzeli.

On üçünde evlendin,

On beşinde beni doğurdun,

Yirmi altı yaşındaydın,

Yaşamadan öldün.

Sevgi taşan bu yüreği sana borçluyum.

Bir resmin bile yok bende,

Fotoğraf çektirmek günahtı.

Ne sinema seyrettin, ne tiyatro.

Elektrik, hava gazı, su, soba,

Ve karyola bile yoktu evinde.

Denize giremedin,

Okuma yazma bilmedin.

Güzel gözlerin,

Kara peçenin arkasından baktı dünyaya.

Yirmi altı yaşındayken

Yaşamadan öldün...

Anneler artık yaşamadan ölmeyecek...

Böyle gelmiş,

Ama böyle gitmeyecek!

~

Aziz Nesin

"Dünya Gözüme Kaçtı"

Çocukluğumda, Beyazıt'taki genel kitaplıktan aldığım bir kitapta okuduğum bir hikâye beni çok etkilemiştir. Ya Çehov'un ya Gogol'ün hikâyesiydi.47 yıl önce (1929) okuduğum o hikâyenin aklımda kalan özeti şudur:

Rus soylularından iki zengin delikanlı bahse tutuşurlar. Bunlardan biri yirmi yıl kapalı bir yerde tek başına kalabilirlerse, bahsi kaybeden arkadaşı ona büyük para verecektir.

Yirmi yıl tek başına kalmaya dayanamaz da çıkarsa, arkadaşına o ödeyecektir bu büyük parayı. Kapalı yerde kalacak olanın her istediği kendisine verilecek, kapısında da nöbetçi bulunacaktır..

Soylu delikanlılardan biri, tek penceresi, tek kapısı olan bir yere kapatılıyor. Kapıda nöbetçi var. Kapalıda olan delikanlı, birkaç gün sonra kitap istiyor. Gün geçtikçe kitap isteğini artırıyor. İstediği kitaplar kendisine veriliyor...

Yıllar geçiyor. Bu arada öbür delikanlı kumarbazlığı ve uçarı yaşantısı yüzünden zenginliğini yitirmiştir. Bütün umudu, kapalıdaki arkadaşının tek başına yaşamaya dayanamayıp kapalı olduğu yerden çıkması sonucu bahsi kaybederek kendisine o büyük parayı vermesidir.

Kapalıdaki arkadaşını kaçmaya kışkırtmak için her şeyi yapıyor, nöbetçiye görmezden gelmesini söylüyor, kapıyı açık bıraktırıyor, ama ne yaptıysa boşuna..Yirminci yılın son gecesi arkadaşını öldürecek, sanki o intihar etmiş olacak. Böylece bahsi kazanıp parayı alacak.

Bu niyetle sabahleyin gün doğmadan önce arkadaşının kapalı olduğu yere giriyor. Ama içeride arkadaşı yok!.. Pencere de açık! Demek kaçmış. Parayı alacak öyleyse..Masanın üstünde arkadaşının kendisine yazdığı mektubu buluyor:

"Tek başıma yirmi yılı tamamlamama bir saat kala buradan kaçarak seni bana para ödemekten kurtarıyorum. Çünkü yirmi yıldan beri okuduğum kitaplarla öyle zenginleştim ki, bana vereceğin büyük paranın bile gözümde hiçbir değeri kalmadı. Beni bu sonsuz zenginliğe kavuşturduğun için sana teşekkür ederim.."

(AZİZ NESİN, "Yokuşun Başı / Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-II / Özyaşam Öyküsü" , Nesin Yayınevi, 2015)

Dindar bir adamdı Aziz Nesin'in babası. Hatta oğlunu hafız yapacak kadar dindar. Ama hayatta herşey bizim elimizde değildir, bu çocuğumuz bile olsa. Ateist olmuştur Nesin ve bu şiir her şeye rağmen onun babasına duyduğu sevgiyi anlatır.

BABAM

Dünyaların en iyi babası benim babamdır.

Düşmandır düşüncelerimiz,

Dosttur ellerimiz.

Dünyada tek elini öptüğüm,

Babamdır.

Kırkını geçtin, adam olmadın der,

Başım önümde dinlerim,

Önünde tek baş eğdiğim babamdır.

Sabahlara dek Kur'an okur

Anamın ruhuna,

İnanır ona kavuşacağına.

Bana gâvur der

Diş bilemeden

Dünyada tek bağışladığı ben,

Tek bağışladığım odur.

Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma,

Bi türlü ölemiyorum der senin yüzünden,

Çocuklar ortada kalacak,

Ölemez kahrımdan benim,

Yaşamak zorunda benim yüzümden.

Gözlerindeki ateş bakışlarında söner,

Tuttuğun altın olsun der.

Çocukluğumu tek anlayan odur,

Dünyaların en iyi babası benim babamdır...

Aziz Nesin.

AZİZ NESİN ANLATIYOR

TUTUMLULUĞUYLA ÜNLÜ AZİZ NESİN KENDİNİ,DÜNYASINI, AİLESİNİ , YOKSUL ÇOCUKLARI OKUTAN NESİN VAKFI'NI ŞÖYLE ANLATMIŞTI!AZİZ NESİN KENDİNİ, DÜNYA GÖRÜŞÜNÜ, CİMRİ OLMADIĞINI SADECE İSRAFI SEVMEDİĞİNİ VE AİLESİNİ ANLATIYOR:"NESİN VAKFI'NDA İŞÇİLER VAR...ONBEŞ KİŞİ HER GÜN YEMEK YER.BİR İŞÇİ TABAĞINDA ALTI TANE PİRİNÇ TANESİ BIRAKSA , YAHUT EKMEĞİN KENARINI BIRAKSA ONLARA ŞUNU ANLATIYORUM "OĞLUM NİYE BIRAKIYORSUN.ALTI PİRİNÇ BURAYA NASIL GELDİ? DİKİLİYOR , BİÇİLİYOR, FABRİKAYA GİDİYOR, YAĞ HARCANIYOR, ATEŞ HARCANIYOR.YÜZBİN KİŞİ BU İSRAFI YAPSA KAÇ TON EDER?" İSRAF EMEĞE SAYGISIZLIK OLUYOR.ŞİMDİ BURADA BİR KADIN İŞÇİMİZ VAR KENDİSİ ŞU ANDA HAMİLE...BU KADIN EN İYİ HASTAHANEDE DOĞUM YAPMALIDIR.BU KONUDA HİÇ PARA ESİRGEMEM...AMA BİR KARPUZ KABUĞU PARÇASI ÇÖPE ATILSA KIYAMETİ KOPARIRIM.ÇÜNKÜ BURADA HAYVANLAR VAR.KARPUZ KABUĞU HAYVANLARA VERİLİR.YİNE BİR ÖRNEK VEREYİM.BURADA İŞÇİLERİMİZE DÖRT ÇEŞİT YEMEK VERİYORUM.ETLİSİ, TATLISI, TUZLUSUYLA.SABAH KAHVALTISINDA BAL, MARMELAT, ZEYTİN, PEYNİR,YUMURTA, SÜT, ÇAY VAR.HEM DE HERKESİN BUNLARDAN İSTEDİĞİ KADAR YEMESİNE İZİN VAR.AMA BİR TEK ZEYTİNİ ATSINLAR, BU YEMEĞE DE EMEĞE DE SAYGISIZLIKTIR.O ZAMAN DEMEDİĞİMİ KOMAM." AZİZ NESİN CİMRİDİR" DİYE BİR LAF ÇIKARDILAR BU LAF İSRAFA KARŞI OLDUĞUM İÇİN SÖYLENEN BİR LAFTIR.YANİ UZUN LAFIN KISASI EMEĞE SAYGI DUYARIM.YAKINLARIMIN DA EMEĞE SAYGI DUYMASINI İSTERİM."

"MİRASIMI YANİ KİTAPLARIMIN GELİRLERİNİ, MALIMI MÜLKÜMÜ, VARLIKLARIMI YOKSUL ÇOCUKLARA YÜKSEK NİTELİKLİ EĞİTİM VEREN NESİN VAKFI'NA BAĞIŞLADIM.ÇOCUKLARIMA ZENGİN BİR ADAMIN MİRAS BIRAKACAĞI HER ŞEYİ VERDİM.ÜÇ OĞLUMA BİRER YAZLIK, BİRER KIŞLIK EV VERDİM.ONLARI AVRUPA'DA OKUTTUM.KIZIMA İLTİMAS YAPTIM, AYRICALIK YAPTIM. OĞULLARIMDAN DAHA FAZLA VARLIK VERDİM.KIZIMA İKİ KIŞLIK, BİR YAZLIK EV VERDİM.KARIMA BUNLARIN İKİ-ÜÇ KAT FAZLASINI VERDİM.KARIM MEMNUN OLSUN DİYE ONA BİR OTOMOBİL DE HEDİYE ETTİM.NESİN VAKFI'NIN SONSUZA KADAR YAŞAYABİLMESİ İÇİN AİLE ÜYELERİMDEN NOTER TASDİKLİ İMZALI SENETLER ALDIM.BU NOTER TASDİKLİ KAĞITLARDA VEFAT ETTİĞİM ANDA AZİZ NESİN'İN MİRASINDAN DOĞACAK TÜM HAKLARINDAN VAZGEÇTİKLERİ YAZILI...ZATEN BENİM AİLEME VERDİKLERİMDEN FAZLASINI VERMEK BENCE AHLAKSIZLIK OLUR!""GEÇMİŞTE PARASIZLIK DENİLEN BELADAN ÇOK ÇEKTİM.İLK KİTABIMI 1955'TE YAZMIŞTIM.PARA SIKINTILARIM İLK KİTABIMI YAZDIKTAN ON YIL SONRA 1965'TE SONA ERDİ...EVİME BUZDOLABI 1958'DE GİRDİ"

Aziz Nesin bir söyleşisinde beşbuçuk yılını zindanlarda geçirdiğini söylemiştir.

Aziz Nesin: "Hürriyet bizim memleketimizde bir gazete ismidir, bir de anka kuşudur. Konuşmak korku... Yazmak korku (...)

Ben bir ateistim. İnananlara, inançlara saygı duyuyorum. ''Ben genelde 400 yıl önce ne olursa olsun, en doğru sözler olsun, bugün aynen onların yürürlükte kalmasından yana değilim. 700 yıl önce, 750 yıl önceki Mevlana da öyle, tabii bunların içinde ölümsüz değerde sözler elbette vardır. Ama o felsefe bütünüyle bugüne ait uygulanamaz ve o yüzden ben Müslüman değilim, yoksa Kuran’da da güzel sözler var.

1300-1400 yıl önceki sözlerin, kimin sözü olursa olsun, eskimeyeceğine inanmıyorum. Eskimiştir'', demiştim.

"1915 doğumluyum ve işin aslı yaşadığım toplumdan biraz farklı bir yapıdayım. Boyum kadar kitap yazmış, hayatımı yazmaktan kazanmış biriyim. Açık sözlüyüm, düşünürüm düşündüğümü söylerim. Bundandır ki, ömrümün uzun bir süresini ya hapishanelerde geçirdim ya ölümle burun buruna geldim. Ancak bir olay var ki yarası kapanmaz, kapanamaz.

Tarihler 1 Temmuz 1993 Perşembe günüydü 4. Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas'taydık. Daha şehre gelmeden, özellikle benim hakkımda bildiriler yayınlanmaya başlanmış, hedef gösterilmiştim. İlk günden itibaren gerginlik had safhadaydı.

2 Temmuz 1993 Cuma günü ise yerel gazetelerde kullanılan sözler, bir nevi olacakların habercisiydi.Söyleşi yapmaya gelen İhlas Haber Ajansı muhabiri, aslında o güruhun içinden geçenleri anlatmaya gelmişti. Sürekli camianın tahriklere kapıldığını söylüyordu.

Tahrik olabilirler, bunda sıkıntı yoktu. Ancak tahrik olan dövmez, öldürmezdi. Duyarlılık öldürmek değildir arkadaş.Bu tartışmadan sonra apar topar otele geçtim.Zaten gün içerisinde gerginlik şehrin belli yerlerinde iyiden iyiye tırmanmıştı.

Akşam saat 17 sıralarında ise gözü dönmüş kalabalık Madımak Oteli'nin önündeydi. Dışarı ile iletişimimizi sağlayan tek araç telefondu artık. Erdal İnönü arandı ve ona

''Erdal Bey sanırım dışarıdaki sloganları ve camlarda patlayan taş sesleri size kadar ulaşıyor olmalı dedim.'' gereken önlemin alınacağını söyleyip, azalan umutlarımızı biraz olsun tazelemişti.Ancak kalabalığın öfkesi dinmiyor, güruhu sakinleştirmek adına konuşan belediye başkanı ne kadar reddetse de 'gazamız mübarek olsun' sözüyle adeta çığırtkanlık yapıyordu.

Bundan sonra olacaklar kitle psikolojisinin sonuçlarıydı. 'Cumhuriyet Sivas'ta kuruldu, Sivas'ta yıkılacak' , 'Laiklere ölüm' , 'Yaşasın şeriat' ve 'Sivas Aziz'e mezar olacak' sloganları, aslında hedefin sadece ben olmadığını anlatmaya çalışıyor gibiydi.Önce yağmalama sonra ise 'yakın ulan yakın' sesleri ve tekbirlerle çevredeki araçlar ateşe verilmişti. Ateşin kızıllığı, dumanın siyahlığıyla birleşip çevremizi sarmıştı. Bu kaçıncı öldürülüşüm bilmiyorum fakat ölüme en yakın olduğum anı artık görebiliyordum.

Odamda Lütfi Kaleli ile birlikte çaresiz bir bekleyiş içerisindeyken, aşağı taraftan korkunç çığlıklar gelmeye başladı. Bağırıldı, yardım istendi ve sonra sesler sustu. Artık sıra bendeydi. Kesin olarak ölüme hazırdım. Hatta Lütfi Kaleli birkaç kez 'ölüyoruz abi' dedi. Dedim ölüyoruz, öleceğiz. Başka çare yok.Sonra dönüp Lütfi'ye ''Sayın Kaleli beni şu yatağa yatır, bu güruha kötü bir ceset vermek istemiyorum.

Korkarak ölen bir adam gibi görünmeyeyim. Köşeye büzüşmüş bir adam gibi ölmeyeyim.'' dedim. Sonrasında Lütfi'nin önerisiyle camlara doğru koştuk ve yardım istemeye başladık. O sırada otelin önüne yaklaşan bir etfaiye bizi kurtarmak için yeltendi.İtfaiye merdivenlerinden inerken, sonradan Refah Partisi Meclis üyesi olduğunu öğrendiğim Cafer Özçakmak 'Asıl öldürülecek hayvan burada' dedi ve tam kurtuluyorum derken artık Sırat Köprüsü'nde gibiydim.

Devam etsem linç, geri dönsem cehennem vardı.O sırada görevlilerden biri beni bileğimden çekerek kalabalığın ortasına attı. Yere düştüm, tekme ve yumruklarla vurmaya başladılar. Sonrasında polis arabasına kadar sürüklendim. Yaralı olarak kurtulmuştum ancak 35 can, 33'ü aydın 2'si otel emekçisi 35 insan, yıllar sonra bile yeri doldurulamayacak onlarca değer katledilmişti.

Metin Altıok vardı içerde, Asım Bezirci, Behçet Aysan vardı.Birimize bir şey olursa kalanlar ne yapar diye sorulduğunda, 'kalanlar, ölenler için şiirler yazar.' denilerek bekleniyordu ölüm.Asaf Koçak vardı içeride.Güldürmeyi, düşündürmeyi çizgilerde seçmiş, karikatürist olmuştu.

Ateşle gelecek olan ölümün soğukluğunu mızıka çalarak bekliyordu.Nesimi Çimen vardı içeride.Hayatı şehir şehir dolaşmayla, sürgünle geçmişti. Ancak hep değerli insanlar vardı çevresinde. Nereden bilebilirdi ki böyle bir sonu. Muhlis Akarsu vardı içeride.Belki böyle öleceğini tahmin etmezdi ama

''Akarsu'yum yansam da, kül olup savrulsam da, bazı bazı gülsem de, yine gönlüm hoş değil'' demişti.Hasret Gültekin vardı içeride.

Daha 22 yaşındaydı ama bağlama ustasıydı. Kendi güzel, yüreği daha güzeldi. Ve daha nice nefesler durdu ateşin kor ateşin arasında.

Aziz Nesin memleket de insanların %60'ın aptal olduğunu söylediğinde bir doktor kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle Aziz Nesin'i mahkemeye vermişti. Mahkemede karşı savunmasında; “Evet doğrudur bu ifadeleri kullandım, ama ben %60'lık bir kesime söyledim,%40'lık kesime birşey demedim. Bu beyefendi çoğunluğun içine girdiği fikrine nereden kapılmış acaba” der. Hakim de adama sorar: “Gerçekten sizi kastettiğine dair bir kanıtınız var mı....” haliyle adam olduğu yerde çaresiz, cevap veremeden kalır.

Ve beraat eder yazar.Ama asıl finali müthiştir bu işin. Aziz Nesin mahkeme çıkışında kendisini bekleyen gazetecilere şunu söyler... “Memleketimiz insanlarının %60'ın aptal olduğu, mahkeme kararıyla onaylanmıştır.”

Aziz Nesin: "Hürriyet bizim memleketimizde bir gazete ismidir, bir de anka kuşudur. Konuşmak korku... Yazmak korku "

Müjdat Gezen anlatıyor:

“İzmir Torba’da şenlik vardı, İlhan Selçuk ve Aziz Nesin’le birlikte bir panele katılmıştık. Panelin konusu mizahtı. Birisi kalktı ‘Nasrettin Hoca’nın torunları olarak zeki insanlarız değil mi?” diye sordu Aziz Nesin’e. O da ‘Yüzde 60’ı aptaldır’ dedi. Herkes alkışladı. Sonra kuliste kendisine sordum neden böyle bir şey söylediğini. O da ‘Evladım, yüzde 91,4 diyecektim dilim varmadı’ dedi. O zaman (1982'de) referandum yapılmıştı ve oy verenlerin yüzde 91,4’ü Kenan Evren’e oy vermişti. Bu söz oradan kaldı.”Aziz Nesin anlatıyor:-Zeki olmanın koşulları vardır. Örneğin bu halk sağlıklı besleniyor mu? Protein alıyor mu? Zeki olmak için et yemek şart.- Şirketlerde yüzde 51 hisseyi elinde tutan egemendir. Bunu kabul eden bir millet, yüzde 60’ı enayi olan bir millet için aynı kanıyı kabul etmeli.- Bir annenin çocuğu geri zekâlı olsa ne yapar, hayatını ona adar. Ben de aynısını yapıyorum işte.

HAKAN SONOK'UN NOTU : Aziz Nesin'in şu sözlerini, "Zeki olmanın koşulları vardır. Örneğin bu halk sağlıklı besleniyor mu? Protein alıyor mu? Zeki olmak için et yemek şart," aynen Ertem Eğilmez'den çok duymuştum...

6 -7 EYLÜL 1955 VE AZİZ NESİN

Türkiye'de de 1934 Trakya olayları, 1942 Varlık vergisi, 6-7 Eylül 1955 olayları ülkedeki Gayrimüslümlerin, azınlıkların ülkeden kaçıp gitmesini sağlamak, onların ellerindeki çok değerli taşınmazları da ölü fiyatına satmaları için düzenlendi...1914-1922 arasında Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlar, Araplar ve Ermeniler Osmanlı ordusuyla savaşan ordularla işbirliği yapmıştı...Anadoludaki Ermeni toplululukları Osmanlı ordusunca Suriye çöllerine sürgün edilerek bu isyan, ayaklanma girişimine bir cevap verilmişti...Bu isyanlar toplumsal hafızada yer etmişti...

1931'den itibaren Kıbrıs Rumları adayı Yunan adası yapabilmek için adadaki Türkleri öldürmekteydi...1974 sonrasında Kıbrıs Türklerinin can güvenliğini sağlayabilmek için adaya 30.000+ Türk askeri yerleştirmek gerekmişti...

6-7 Eylül 1955 olayları öncesinde hükümet hem Bolşevik-Komünist görüşlere sahip olanları ve bu görüşlere sempati duyanları, hem de Gayrimüslimleri tamamen tasfiye etmek istiyordu...Aynı zamanda Yunanistan'a ve Kıbrıs Rum eşkıyalarına Türk halkının Kıbrısın Yunan adası olmasına asla izin vermeyeceği mesajı verilmek istenmişti...

6-7 Eylül 1955 olayları öncesinde hükümet Komünist görüşlüleri en işlek kent meydanlarında idam etmek ve idam edilenleri herkese göstererek Komünizme sempati duyan gençlere de gözdağı vermek istemişti...

1938 YARGILAMALARI

"Türk Deniz kuvvetleri yani donanma mensuplarını silahlı ayaklanmaya kışkırtmak suçlaması, hatta 29 Ekim 1914'te Karadenizdeki Rusya şehirlerini bombalamakla ünlü SMS Goeben-Yavuz savaş gemisini Komünistler kaçıracaktı tarzındaki temelsiz iddialar, dedikodular" dallanıp budaklanarak 1938'de Nazım Hikmet , Kemal Tahir, Nuri Tahir ve arkadaşlarının 13'er yıldan fazla hapis cezası almalarına yol açtı...

İşin aslı şuydu: Uyandırılmış Toprak (Mihail Şolohov), Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (Nazım Hikmet), Bora dergisi (Kemal Tahir'in deniz assubayı kardeşi Nuri Tahir'in yayınladığı dergi) ve Sabahattin Ali'nin kitaplarını Yavuz zırhlısında görevli bir askerin okuduğu saptanmıştı...

O dönemde bu kitaplar ve bu dergi, Maxim Gorky'nin "Ana" kitabı gibi kuvvetli Komünizm propagandası yayan neşriyat sınıflandırmasında yer almaktaydı...Bunları okuyanların, üzerinde bulunduranların Komünist olduğuna anında karar verilmekteydi ve bundan en ufak bir şüphe de duyulmamaktaydı...

1955

Aziz Nesin, anılarında 6-7 Eylül saldırılarını şöyle anlatmıştı:

“1955 yılı, 6-7 Eylül gecesi, zamanın hükümeti Kıbrıs konusunda Türkiye’nin duyarlılığını dünyaya göstermek için İstanbul’da el altından bir miting düzenlemişti. O miting serserilerin, ayak takımının ve yoksulların gösterisine dönüşmüş, İstanbul’un bütün baldırı çıplakları sokaklara dökülmüş ve bu mitingin yönetimi hükümetin elinden çıkarak bütün gece İstanbul, özellikle Rum, Ermeni, Yahudi evleri ve malları yağmalanmıştı. Sabah olunca hükümet ne yapacağını şaşırmış, olmayan suçluları bulma telaşına kapılmış ve suçluları bulmuştu. Benim de içinde bulunduğum 60 kadar yazar, şair, çevirmen ve aydın!.. Hepimizi askeri cezaevine tıkmış ve zamanın sıkıyönetim komutanı, ‘Bunlar salkım salkım asılacaklar!’ diye buyruğunu vermişti.”

6 Eylül 1955’te Atatürk’ün Selanik’teki evine bombalı saldırı yapıldığı haberi geldi. Bunun üzerine hızla toplanan halk, İstanbul’da özellikle Rum vatandaşların yaşadığı semtlerde protestolara başladı.

Sonradan haberin asılsız olduğu ortaya çıkmasına rağmen polisin müdahale etmekte gecikmesi ve sayıca yetersiz kalması sonucunda protesto gösterileri, saldırı ve yağmalamaya dönüştü. Rumlara ait dükkanlar tahrip edilirken, haneye tecavüz de baş gösterdi.

Aynı gün İzmir ve Ankara’ya sıçrayan saldırılar Rumlarla sınırlı kalmadı ve tüm azınlıklara yöneldi. Ermeniler ve Yahudiler de etkilendi. Hükümet sıkıyönetim ilan etmeye mecbur etti ve ordu göreve çağrıldı.
Üç büyük şehirde kiliselere saldıran halk, İzmir’deki Yunan konsolosluğunu da yakmaya çalıştı.

Ölü sayısı farklı kaynaklarca 11 ile 15 arasında verildi. 150 milyon liralık hasarın bir kısmı daha sonra DP yönetimi tarafından tazminat olarak ödendi.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin yoğun eleştirileri nedeniyle, yayın organı Ulus gazetesi kapatıldı.

Saldırılar 7 Eylül 1955’te binlerce kişinin gözaltına alınması ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’in istifasıyla sonuçlandı.

Saldırıların uzun vadedeki etkileri ise hükümet ile muhalefet arasındaki ilişkilerin kopma noktasına gelmesi ve DP yönetiminin baskıcı politikasını artırarak devam ettirmesi olarak görüldü.

6-7 Eylül saldırılarını izleyen dönemde Rumlar İstanbul’dan göç etmeye başladı. Rumların çoğu Yunanistan’a giderken, birazı da Mersin ve Tarsus civarına yerleşti.

Böylece gayrimüslimlerin Türkiye ekonomisindeki etkisi giderek azaldı.

Yassıada mahkemelerinde, DP’nin görevini yerine getirmediği belirtilerek, sorumlular cezalandırıldı.

AZİZ NESİN:

Mete Tunçay, yayımlamakta olduğu "Tarih ve Toplum” dergisi için benden, içinde yaşayarak tanığı olduğum 6/7 Eylül olaylarını (faciasını) yazmamı istedi. Mete Tunçay çok sevdiğim ve değer verdiğim bir genç bilimcidir. 6/7 Eylül olaylarını hemen yazmaya başladım. Niyetim, dört-beş sayfalık bir yazı yazmaktı. Yazdıkça gördüm ki, o korkunç olaylar bu dar sınıra sığdırılamıyor. 6/7 Eylül olaylarını Böyle Gelmiş Böyle Gitmez dizisinin biçiminde ve geniş olarak yazdım. Böylece yazdıklarım, özyaşamöykümün bir parçası oldu. Çok kısa özeti "sabah” gazetesinde tefrika edilerek bu yazılarım parasal bakımdan da değerlendirildi. "Sabah”ta tefrika edilmeyen bölümleri de, istediği biçimde kullanması için Mete Tunçay’a verdim. 6/7 Eylül olaylarını anlatan bu yazılarımı Salkım Salkım Asılacak Adamlar adlı bu kitapta derledim. O salkım salkım asılacak adamlardan biri de bendim.Yazmak için özellikle zaman geçsin istedim, bekledim. Çünkü olayları anlatırken kişisel duygularıma kapılmak, yapılan baskının etkisinde kalmak istemedim. Elimden geldiğince yansız kalarak, polisçe gözaltında tutulduğum ve sürekli sorguya çekildiğim saatleri bütün ayrıntılarıyla anlatacağım. Otuzaltı saat gözaltında kalmak ve yedibuçuk saat sürekli sorguya çekilmek, bizdeki biçimsel demokraside olağanüstü bir olay sayılmaz, bundan çok daha kötü olaylar olağandır. Ancak bir özelliği olan, polislerin evimi arama, kitap ve yazılarımı alma, beni gözaltında tutma olayının, en küçük ayrıntılarının bile öğrenilmesinde yarar olduğu düşüncesinde olduğumdan bunları yazmaya gereksindim. Anlatacaklarım ya doğrudan yada dolaylı olarak çok kimseyi ilgilendirmektedir.

6-7 Eylül 1955’te, “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” yalanı sonucu İstanbul’da başta Rumlar olmak üzere Ermeniler ve diğer gayrimüslimlerin mallarıyla mülkleri tahrip edip yağmalandı ve talan edildi. Olaylar sonucu en az 15 kişi öldürüldü, 300'den fazla kişi yaralandı.

Aziz Nesin 6-7 Eylül 1955 olaylarından sonra kendilerine yöneltilen suçlamaları Ahmet Kahraman’ın “İşte Biz” adlı kitabında şöyle anlatır:

“İktidar gücünü göstermek için eylemler düzenletmişti.Fakat sokağa çıkanlar dozajı kaçırdılar.Çapulculuğa başladılar.Soygun ve yakıp yıkmayla İstanbul’un altını üstüne getirdiler.Sonra suçlu gerekince bizleri topladılar.Hiçbir şey yapmadığımız halde İstanbul’u yakıp yıkmakla suçlandık.Çapulculukla suçlandık.Sonradan Yassıada Mahkemeleri sırasında öğrendik.Bu bahaneyle Eminönü meydanında hepimizi salkım salkım asmayı düşünmüşler.”
Hulusi Dosdoğru "Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal Tahir" adlı kitabında (sayfa 444-451 arasında) 6-7 Eylül 1955 olaylarından şöyle söz eder:

Demokrat Parti hükümeti olayları başından sonuna tertipledi...Suçu daha önceden fişlediği bir avuç toplumcunun üzerine delilsiz olarak yıktı...Aziz Nesin, Hulusi Dosdoğru ve "Devlet Ana" romanının yazarı Kemal Tahir de tutuklandı ve altı ay üstü akan, duvarlarında yosun ve mantarlar üremiş taş hücrelerden birinde tutsak olarak kaldılar...Kemal Tahir cezaevindeyken "korkunç bir iftira kasırgasıyla karşı karşıyayız; her an iftiraya uğrayanlar köprü başlarında sorgusuz sualsiz idam edilebilir" demişti...Olaylarda Papazlar sünnet edilmiş, Rum mezarları alt üst edilmiş, çıkarılan kafataslarıyla futbol oynanmıştı...Kiliseler ateşe verilmişti...Olayların sorumlusu olarak da ülkedeki Komünist görüşlüler ilan edilmişti...

Ancak 6-7 Eylül 1955'te James Bond karakterini yaratan gazeteci Ian Fleming (1908-1964) dahil, Bizans Kongresi ve International Monetary Fund kongresi için dünyanın dört bir yanından İstanbul'a gelenler Demokrat Parti ileri gelenlerinin yalan söylediğini kendi gözleriyle görmüştü...Tüm dünya gazeteleri ve televizyonlarının elemanları o günlerde İstanbul'u yağmalatan, talan ettiren, buna polisin ve ordunun göz yummasını sağlayan Demokrat Partiyi yüz milyonlarca insana teşhir etti...Yunan hükümeti de Selanik'teki Atatürk evine bomba koyanları yakaladı ve bu kişiler Türkiye'nin Selanik konsolosluğu görevlileriydi...

James Bond karakterini yaratan Ian Fleming (1908-1964) sıkça yolu İstanbul'a düşen gazetecilerden yazarlardan biriydi...6-7 Eylül 1955'te İstanbul barbar halk kitleleri tarafından yağmalanıp talan edildiği sırada da Ian Fleming İstanbul'daydı!

Milliyet Sanat'ta 27 Nisan 1973'te Kemal Tahir'in ölümünden sonra Aziz Nesin şöyle yazdı:

Yassıada'da Adnan Menderes, Celal Bayar ve Demokrat Parti yargılamalarında şunu öğrendik...Kemal Tahir, Aziz Nesin ve Hulusi Dosdoğru gibi Komünist olarak fişlenenler 6-7 Eylül 1955 yağma ve talan olaylarının sorumlusu ve suçlusu olarak ilan edilecek ve iftira atılan tüm Komünistler derhal idam edilecekti...Demokrat Parti'nin Bolşevik olarak fişlenenleri imha planı Yassıada yargılamalarında ortaya çıkarıldı...

ÖNEMLİ BELGE:

İstanbul’da azınlıkları hedef alan 6-7 Eylül saldırılarının yıldönümünde gizli kalmış bir yazışma, sahafta ortaya çıktı. Dönemin İstanbul merkez kumandanının örfi idare (sıkıyönetim) kumandanlığına hitaben kaleme aldığı ‘gizli’ ibareli belge, o günlerdeki yağma, saldırı ve cinayetlerin perde arkasına ışık tutuyor.

Faillerin dört ayrı kategoride sınıflandırıldığı belgede asıl sorumluların ise komünistler olduğu öne sürülüyor. Çok geçmeden o günlerin fişlenmiş komünistleriyle, Aziz Nesin, Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo ve Asım Bezirci’nin aralarında bulunduğu 60 şair, yazar ve aydın fail oldukları iddiasıyla tutuklanıp yargılanıyor.

Albay Kemal Binatlı imzasıyla kaleme alınmış, 22 Kasım 1955 tarihli ‘gizli’ yazıda şöyle deniyor:

‘Komünistlerin suçluluğu izahtan müstağni’ymiş

“Örfi İdare Kumandanlığı’na/Harbiye

Yüksek emirlerine ittibaen 6 Eylül 1955 gecesi hadiseleri hakkında Merkez Kumandanlığınca edinilen intibaları aşağıda arz ediyorum:

1-Malumu devletleri bulunduğu veçhile; 6 Eylül 1955 hadisesine takaddüm eden ay ve günlerde ortada mevcut (Kıbrıs meselesi) umumi efkarı tehyiç edüp durmakta idi. Kıbrıs Türklerine karşı katliam, Selanik’te Atatürk evine suikast gibi haberler ise bu heyecanı son haddine vardırmış idi.

2-Bu durum göz önünde tutularak hadise incelenirse: 6 Eylül gecesi hadiselerine katılan çeşitli toplulukların şu dört unsurdan mürekkep oldukları isditlal edilmektedir:

a-Nümayişçi gurupları;

b-Milli heyecan tesiri ile nümayişçi guruplarına katılan halk;

c-Nümayiş ve milli heyecan maskesine bürünerek fırsattan istifadeye kalkışan çapulcular ve mütecavizler;

d-Türkiye’nin iç ve dış siyaseti üzerinde kötü tesir husule getirmek ideali ile hareket eden ve bu hususta 6 Eylül’e takaddüm eden hadiselerden azami istifadeyi planlaştırmış olan komünistler.

Bu dört gruba dahil olanların her biri kanaatimce derece derece suçludurlar. Şöyle ki: Bu tarzda başlayan ve gece yarılarına kadar devam eden bir nümayiş -kanun nazarında- hiçbir veçhile tecviz olunamayacağına göre; böyle bir nümayişin suçluluk derecesi, fırsat bekleyen çapulcu ve mütecavizlere ve komünist planların tatbikine zemin ve imkan hazırlaması bakımından ayrıca bir kat daha artmaktadır. Çapulcu ve mütecavizler ile komünistlerin suçlulukları ise izahtan müstağnidir.

Yukarıda belirtilen nokta-i nazara dayanılarak 6 Eylül gecesi bu kabil nümayişçiler ile eli sopalı, baltalı unsurlardan bazılarının tevkifi suretiyle, bu gibi topluluklara hükümet otoritesinin tesiri duyurulmuş ve hadisenin daha fazla inkişafı önlenmiştir. Nümayiş çapul ve tecavüzlerin önüne geçmek hususunda vilayetçe gösterilen hassasiyete Merkez Kumandanlığı elinde mevcut imkanların azami haddi ile yardımda bulunulmuştur (Tevkif edilenlerin hüviyetleri 13 Eylül 1955 gün ve 6416 sayı ile sunulan raporda arz edilmişti).
Reisicumhur gözyaşlarını gizlememiş…

3- İstanbul’dan Ankara’ya hareket halinde bulunan REİSİCUMHURUMUZ ile Başvekilimiz hadiseyi yolda haber alarak geri dönmeleri üzerine; (Emniyet ve refakatlarına) memuren beraberlerinde bulunduğum ve hadiseye maruz kalan semtleri kendileri ile birlikte dolaştığımız sırada, MUHTEREM REİSİCUMHURUMUZUN karşılaştıkları halk topluluklarına (gözyaşlarını gizlemeyerek) vaki şu beyanatı da hadiseyi gereği veçhile teşrik etmektedir: ‘Hainler cezalarını göreceklerdir. Senelerce muasır milletlerin medeniyet seviyesine ulaşmak için çalıştık. Yapılan ziyanlar önlenebilir ancak şerefimizin tamiri çok güç olacaktır.’

Derin saygılarımla arz ederim….”