Vefatından bugüne 40 yıldan fazla zaman geçen Yılmaz Güney'i beyazperdede kim canlandıracak?
Bugüne kadar Yılmaz Güney'i canlandıracağı çeşitli haberlere konu olan oyunculara bir göz atalım:Caner Cindoruk, İsmail Hacıoğlu, Akın Gazi, ve Cihangir Ceyhan...
Costa Gavras ve Fatih Akın, Yılmaz Güney'in biyografisini yönetecek denmişti...Olmadı...
Filmde Yüksel Aksu yönetmen koltuğuna oturacak...Aksu "Dondurmam Gaymak" ve "Cem Karaca'nın Gözyaşları" ile tanınıyor...
Filmde Deniz Barut Fatoş Güney rolünü üstlenecek...
Yılmaz Güney'in 53 yıllık ömrünün 11 yılı cezaevinde , 4 yılı Avrupa sürgününde, Fatoş Güney'le 14 yıllık evliliğinin 10 yılı cezaevinde geçmişti...
Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:“1968'de askere gittim. 1970 Nisan'ında döndüm.”
Yılmaz Güney’in kısa süren aşkı...
1969: Kıbrıs’tan gelen ve İstanbul’daki ünlü turistik gece kulubü Parisien/ Parizyen’de içki hostesi (bir çeşit garson) ve striptiz yıldızı olarak çalışan Feri(ha) Cansel’de Yılmaz Güney’in bir diğer kadınıdır. Yılmaz Güney’in kızı Elif’in annesi Can Ünal’dan ve Nebahat Çehre’den sonraki, Fatoş Güney’den önceki kadınıdır Feri Cansel. Agah Özgüç’e göre bu maceraya Güney’i çeken, Feri Cansel’in temiz yürekli bir kadın oluşuydu. Cansel vefalı ve sadık bir sevgiliydi.Güney’i iki tabancayla birlikte yakalanıp tutuklandığında adliyede ya da askerliğini yaptığı Muş’ta yalnız bırakmamıştı.Cansel Güney’le 1969’da gösterime giren ”Kurşunların Kanunu”, “Bir Çirkin Adam” ve “Belanın Yedi Türlüsü” filmlerini çevirmiştir. 1974-79 dönemindeki seks filmleri döneminin en ünlü yıldızlarından biri olan Feri Cansel 1983’te sevgilisi Melih Ük tarafından öldürüldü.
Agah Özgüç Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Yılmaz Güney’in 1970’te evlendiği ve ona bir oğul veren Fatoş Süleymangil’in ailesi başlangıçta Yılmaz Güney’i damat olarak istememişlerdir. Fatoş Süleymangil, Savaş Eşici’nin karısının kolej arkadaşı olarak Yılmaz Güney’le tanışmıştı...Yılmaz Güney’in hayatına kısa süreliğine giren kadınlar arasında Feri Cansel’den başka Oya Peri de vardı.Sema Özcan’la da adı birlikte anıldı.Yılmaz Güney karda yürüyüp izini belli etmeyen çapkın erkeklerdendi.Çevresinde pek çok da çapkın kadın vardı...Yılmaz Güney ile Oya Peri’nin bir haberini yapmıştım.Güney Peri’yi evinden zorla alıyor, zorla kaçırıyor, yolda aşırı hızla kullandığı otomobille bir başka otomobile çarpıyor, Peri bu kaza sırasında başını otomobilin camına çarparak bayılıyor.Güney , Peri’yi Gayrettepe’de King otele götürüyor.Peri, Güney’in yanındaki , otel odasındaki masanın üzerindeki silahların bolluğunu (üç tüfek) ve cephaneliği görünce korkuya kapılarak otelden kaçıyor.Yılmaz Güney’de onu çıplak ayakla kovalıyor ve yakalıyor.Bu olayı 15 Mayıs 1970 tarihli Pazar gazetesinde yazdım.Yılmaz Güney, ” Agah Özgüç, 15 gün sokağa çıkmasın, çıkmayacak!” diye haber gönderdi.15 gün sokağa çıkmamı yasakladı. Yılmaz Güney’le fabrikatör kızı olan Fatma/Fatoş Süleymangil’le Lalezar’daki düğününde barıştık. Kendisine “Merhaba Bay Örfi İdare!” diye takıldım. ”
1969: "Çifte Tabancalı Kabadayı" filmini Yılmaz Güney çeviriyordu... Bu film, şapkasının içinde öldürülen sevgilisinin fotoğrafını taşıyan bir adamın öyküsüydü...
Yılmaz Güney ve Sezer Güvenirgil baş rollerdeydi...O dönemde Muş'ta askerlik yapan Güney iki aylık hava değişikliği izni koparmış ve 1308 kilometre uzaklıktaki İstanbul'da film çevirmekteydi...Yılmaz Güney, bu iki aylık dönemde tam altı film çevirdi...Altı günde bir film çekiyordu...
1952 doğumlu Fatoş Süleymangil'in babası son derece zengindi...Ailenin evi Kadıköy Moda'daydı...Fatoş hanım İtalyan kız lisesi öğrencisiydi...Piyano, bale , yabancı dil dersleri almaktaydı...Giysileri Paris'ten alınmıştı... Fatoş hanım Yılmaz Güney'in asistanı Savaş Eşici'nin (1946) eşiyle arkadaştı...Savaş Eşici'nin davetiyle "Çifte Tabancalı Kabadayı"nın setini ziyaret eden Fatoş hanım sette Yılmaz Güney ile tanıştı...(1969)
Yılmaz Güney, doğumundan 6 yıl sonra nüfus kağıdı çıkarıldığından resmi kayıtlarda 1 Nisan 1937 Perşembe doğumlu göründüğünü oysa 1931 doğumlu olduğunu sinema yazarları Agah Özgüç ve Erman Şener’e (Ses Dergisi) açıklamıştır…
Yani Yılmaz Güney Fatoş hanımdan 21 yaş büyüktü...
Fatoş Güney:
"Yılmaz'ı ilk gördüğümde dik yakalı kırmızı bir kazak üzerindeydi...Başında siyah fötr şapka vardı ve çifte tabanca taşıyordu...Yılmaz beni görünce yanıma yaklaştı ve "sizi daha önce rüyamda gördüm" dedi...Ona yakından baktım, iri bal rengi gözleri vardı...Bakışları çok hüzünlüydü...Gülünce bembeyaz dişleri ortaya çıkıyordu...Ona çirkin kıral demişlerdi ancak asla çirkin değildi...
Yılmaz Güney Fatoş hanıma kendisini anlattı:
"Adanalı topraksız bir Kürt ailenin oğluydu. Çocukluğu ve gençliği boyunca sığır çobanlığı, tarım işçiliği, kasap çıraklığı yapmıştı...Edebiyatçıydı, yazardı...Kitap yazmıştı...Senaryo yazarıydı...Yazdığı öyküde komünizm propagandası unsurları saptanınca 1,5 yıl hapis yattı...Evlenmediği Can Ünal'dan Elif adındaki kızı 1966'da dünyaya geldi...
Dönelim: 1968'e Yılmaz Güney’in kızının annesi (Can Ünal) kirasını ödeyemeyecek duruma düşüyor...
1968: Yılmaz Güney’in kızı Elif’in annesi olan Can Ünal Hanımın ev eşyaları beş aylık kirasını ödeyemediğinden haczedildi. Yılmaz Güney film başına 60 bin lira alıyordu.Can Hanımın beş aylık ödenemeyen kira borcu 4 bin 800 liraydı.Üstelik Yılmaz Güney Nebahat Çehre’yle evli olduğu dönemlerde bile Can Ünal’a “Karıcığım” hitaplı mektuplar gönderiyordu.
Yeri gelmişken, Oral Çalışlar’ın Deniz Gezmiş’ten Yaşar Kemal’e Portreler kitabında Yılmaz Güney’le ilgili verdiği Güney’in üç kez evlendiği bilgisinin doğru olmadığını, Can Ünal’la evlenmediğini belirtelim.
Can Ünal’ın kirasını ödeyememe durumuyla ilgili yorumumuz şöyle : Yılmaz Güney daima gelirlerinden daha fazlasını harcadığından, sürekli kumarda para kaybettiğinden ve çalışmadan geçinmenin bir yolunu bulmuş bir sürü asalak insana para dağıttığından o dönemde de beş parasız kalmış olabilir.
Elif Pütün Güney'in annesi Can Ünal 2018'de 78 yaşında vefat etti...
1969-1970
Yılmaz Güney genç kıza (Fatoş Güney'e) şıpsevdi bir tarzda ilk görüşte yıldırım aşkıyla bağlanmıştı...Fatoş hanıma "Benimle evlenir misin? dedi...
Fatoş Hanım "Boynu Bükük Öldüler" adlı kitabını ( 1966) okuyarak ve "Seyyit Han" filmini seyrederek Yılmaz Güney'i yakından tanımaya çalıştı...Birbuçuk yıl boyunca sürekli mektuplaştılar...
1970'te Yılmaz Güney'in askerliği sona erdi...Fatoş hanımın ailesi kızlarını Yılmaz Güney'den uzak tutma girişiminde bulundu...Kızlarını Yılmaz Güney'den uzağa İsviçre'ye yollamak istediler...Ancak Fatoş hanım Yılmaz Güney'den ayrılmak istemedi...Ailesine direndi...Aile kızlarına söz geçiremedi...Yılmaz Güney'in aşkı Fatoş hanım da aynı derecede cevap bulmuştu...
Yılmaz Güney Levent'te dubleks ev tuttu ve Adana'daki annesini bu eve getirtti...
27 Haziran 1970'te evlendiler, Fatoş hanımın gelinliğini Mualla Yaka dikmişti ve çiftin oğulları Yılmaz 3 Eylül 1971 de dünyaya geldi...
27 Haziran 1970 Cumartesi Lalezar’da Yılmaz Güney’le 18 yaşındaki Fatma Süleymangil’in düğün kutlaması yapıldı.Nikah birkaç saat önce Güney’in Levent Mektep Sokaktaki evinde kıyılmıştı. Çocukluktan yeni çıkmış,çok genç gelinin ailesi, bu evliliği içlerine sindiremediklerinden düğüne katılmadı. Sosyete terzisi ve Yılmaz Güney’in hamisi Mualla Özbek’in Süleymangil ailesini yumuşatma çabaları boşa gitmişti.
Mualla Hanım, Güney’in Nebahat Çehre’yle olan evliliğinde olduğu gibi Fatma Süleymangil’le evliliğinde de nikah şahidiydi.O gün Yılmaz Güney’in annesi Güllü Hanım’da mutluluktan uçacak gibiydi.Düğün davetiyesinde evlenenlerin ebeveynlerinin isimlerinin bulunmamasıysa dikkat çekiciydi.Lalezar’daki düğüne katılanlar arasında Yılmaz Güney’in yakın dostu Kabadayı Dündar Kılıç da vardı.Kısa bir süre önce de Yılmaz Güney, Dündar Kılıç’ın ortak olduğu kumarhanede ruhsatsız silahla yakalanmıştı.Güney önce silah benim demiş sonra da ifadesini değiştirmişti.
3 Kasım 1970: Yılmaz Güney Kabadayı İdris Özbir’e kumarda 50 bin lira kumar borcu için bir belge imzaladı.Yılmaz Güney Adanalı hemşerisi İrfan Atasoy’la partisi 80 bin liradan tavla oynuyor ve yenilince de Atasoy’un filmlerinde bedava oynamak zorunda kalıyordu.
Halil Ergün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:“Yılmaz Güney benim fakülte arkadaşlarımdan ve devrimci harekete katılmasının müsebbiplerinden biri de benimdir. Mahir Çayan’lar, Yusuf Küpeli’ler gibi devrimcilerle tanıştıran bendim.”
(Halil Ergün’le Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde 5 Mart 2008’de yapılan halka açık söyleşiden).
Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
“1971 yılı Mart ayında bazı işlerim nedeniyle Ankara’daydım.Sinemacı arkadaşım Mustafa Alabora, bazı öğrencilerin benimle görüşmek istediklerini söyledi.Gençlik liderlerinden Deniz Gezmiş’in evine gittim.Burada Kazım Özüdoğru,Yusuf Küpeli ve Ertuğrul Kürkçü adında üç genç daha bulunuyordu.Gençlerle toplumsal çelişkileri açımlayan filmler üzerine konuştuk.Birkaç hafta sonra, Yusuf Küpeli, Ulaş Bardakçı’yla birlikte, İstanbul’da evime geldi.Ulaş Bardakçı, öğrenci hareketleri için, benden iki bin lira para istedi.Parayı verdim.”
Kardeşi Yaşar Pütün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:“THKP-C’nin önderlerinden Ulaş Bardakçı abimlere gelip gidiyordu. Geldiğinde abim onu çalışma odasına alıyor, saatlerce konuşuyorlardı.”
(Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabından).
Sıkıyönetim Dönemi
12 Mart 1971: 27 Mayıs 1960’dan sonraki ilk askeri darbe gerçekleştirildi. Bu kez Parlamento kapatılmadı.Türk Silahlı Kuvvetleri, öğrenci hareketlerinin silahlı eylemlere dönüşmesi üzerine muhtıra verdi.Bunun üzerine Başbakan Süleyman Demirel istifa etti.Partiler üstü ilk hükümeti kurma görevi 19 Mart’ta CHP Kocaeli Milletvekili Profesör Nihat Erim’e verildi.Nihat Erim bunun üzerine partisinden istifa etti.7 Nisanda hükümet hem Adalet Partisi, hem de CHP milletvekillerinden güvenoyu aldı.
7 Mayıs 1971: Sıkıyönetim Kanunu kabul edildi.
17 Mayıs 1971: İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim(Ephraim) Elrom, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman tarafından kaçırıldı.
Çayan THKP-C Örgütü kurucusu ve merkez komite üyesiydi.Teröristler 12 Mart darbesini yapmış olan komutanlarla bir pazarlık için Elrom’u kullanmak istemişlerdi.Askeri yönetim teröristlerle pazarlık yapmadığı gibi Orgeneral Faruk Türün’ün yönettiği “Fırtına Bir” operasyonuyla Elrom kurtarılmak, kaçıranlar da yakalanmak istendi. Önce İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve ardından 25 bin asker ile polis kentte bu cinayetten sorumlu olanları yakalayabilmek için genel arama yaptı.
(Tarkan Tufan’ın “Mahir Çayan’ın Hayatı ve Fikirleri” ve Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitaplarından).
Tepeden tırnağa silahlı kişiler Yılmaz Güney’in evinin tavan arasında saklanıyor
Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabının 286, 287 ve 288. Sayfalarında, Yılmaz Güney’in 22 Mayıs 1971 Cumartesi gecesini 23 Mayıs 1971 Pazar gününe bağlayan ve devletin güç gösterisiyle İstanbulluları evlerine kapattığı gece THKP-C önderlerini evinde sakladığını açıklamıştır.
“İsrail Konsolosu Elrom’u kaçıran Mahir Çayan, Oktay Etiman,Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir örgütün üst düzey elemanlarından Saffet Alp’in Fatih’teki evinde bir araya gelip geceki sokağa çıkma uygulamasından kurtulmanın çaresini tartışmaya başladılar.
Saffet Alp’in evinin güvenli olmadığı sonucuna vardılar.Çıkış yolunu tartışırken Yılmaz Güney’e başvurmaya karar verdiler.Sokağa çıkma yasağına bir saat kala Yılmaz Güney’e başvurdular. Acaba, onları barındırıp, saklayabilecek miydi? Yılmaz Güney: Hayır, bu tehlikeli bir iş. Yakalanırsam mahvolurum,” diyemedi.
Çaresiz bu isteğe “evet” dedi. Ancak, Yılmaz Güney’den istekleri sadece evinin kapısını açmasıyla sınırlı değildi. Teröristleri Fatih’ten Levent’e nakletmesi de isteniyordu.Yılmaz Güney gece saat 23:00’te Birinci Ordu ve polis mensupları İstanbul’a dağılıp tüm kenti abluka altına almadan önce otomobilinin direksiyonuna geçerek Fatih’e gitti.
Mahir Çayan, Oktay Etiman, Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı’yı buradan otomobiline alarak Levent Mektep Sokak’taki evine hareket etti.Ulaş Bardakçı Fatih’ten ayrıldıktan bir süre sonra yolda otomobilden inmişti.
Sonrasını Güven Şengil şöyle anlatmıştı:“Yılmaz Güney konumundaki bir adamın hem kendini, hem eşini, hem doğacak çocuğunu bile bile riske atması görülmüş şey değildir. Mahir Çayan ve arkadaşları silahlıydı.Her şeyi göze almış insanlardı.Varolma savaşı veriyorlardı.Yakalandıklarını anladıkları an, teslim olacak adamlar değillerdi.Çatışacakları kesindi.”
23 Mayıs 1971 Pazar günü Levent Mektep Sokak’taki evine teröristleri aramak için gelen askerlere Yılmaz Güney eliyle tavan arasını göstererek “şakayla karışık”, “Yukarıdalar!” dedi.Arama için gelen askerlerin başındaki subayın aldığı bu yanıtla tavan arasını arattırmaktan vazgeçeceğini iyi hesaplamıştı.Levent Mektep Sokak’taki aramadan sorumlu subay bu sözleri, evin sahibinin çok şakacı olduğuna yorarak ciddiye almadı ve tavan arasına hiç çıkılmadı.
Oysa İsrail Konsolosu Elrom’u kaçırıp birkaç saat önce öldürenler gerçekten de tavan arasında saklanıyordu.Üstelik tepeden tırnağa silahlıydılar.Ellerinde silahları, parmakları tetikte bekliyorlardı.
Arama o kadar üstün körü yapıldı ki Yılmaz Güney’in evde sakladığı iki tabancayı da, tavan arasındaki teröristleri de askerler bulamadı.İyi ki de bulamadı.Yoksa ortalık kan gölüne dönüşecekti.
23 Mayıs 1971 Pazar: Elrom’un öldürülmüş olarak bulundu.
Yılmaz Güney bu olayı “farklı” anlatıyor:
1971 Mayıs’ıydı. Kapım çalındı.Ulaş Bardakçı ve üç arkadaşıydı gelenler. Polis tarafından arandıklarını söyleyerek kendilerini saklamamı istediler. Karım Fatoş Güney’in hamile olduğunu söyleyerek kendilerini geri çevirdim.Konuklarım hiç gücenmediler. Gittiler. Aynı yılın ekim ayında oğlumun doğumunu kutlamak için Ulaş Bardakçı, Mustafa Alabora aracılığıyla bana, armağan olarak 7,65 çapında bir tabanca gönderdi.Buna karşılık olarak ben de 38 kalibrelik bir tabanca ve öğrenci hareketlerine katkı amacıyla dört bin lira armağan gönderdim.”
“Mayıs 1971’de on binlerce aydın, sanatçı, yazar gibi ben de gözaltına alındım. Hakkımda hiçbir delil yoktu. Sadece kuşku. Bir hafta gözaltında tutulduktan sonra serbest bırakıldım; resmi olmayan bir emirle, sözlü bir emirle ve tehditle Nevşehir'e üç aylığına yine sürgün edildim. Bu kez polise imzaya gitmiyordum, polis beni dıştan kolluyordu.”
Yılmaz Güney tutuklanarak cezaevine atılacağını önceden haber almıştı...
Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” kitabında (Sayfa: 279-280) Yılmaz Güney’in tanıdığı bir albaydan ve polislerden tutuklanacağı haberleri aldığını yazmıştı. Bunu önlemek için de çaresizce bazı girişimlerde bulundu. Bu girişimlerden biri de yaptığı çok yüklü bağıştır.
Aynı kitaptan bir bölüm şöyle: “Yılmaz Güney Ankara’da Orduevi Sineması’nda bir filmin galasına katıldı.Kuvvet komutanlarının katıldığı galadan sonra, Hava Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı’na o dönemin parasıyla astronomik bir rakam olan 750 bin liralık bir bağış yaptı.”
Yılmaz Güney göz altında...
27 Mayıs 1971 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasının sol tarafındaki manşet: “Güvenik güçlerince evlerinde yapılan aramada DEV-GENÇ’e yardım ettikleri anlaşılan Yılmaz Güney ile beş filimci göz altında…”
Haberin içeriğinde Yılmaz Güney'in DEV-GENÇ’e para yardımı yaptığının belgelendiği duyuruluyordu.
Yine aynı gün Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasının sağ tarafındaki manşet: “Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Türün suallerimizi cevaplandırdı: İstanbul’daki tutuklu sayısı 132. Elrom’un öldürülmesiyle ilgili olarak aranan 2 kişi yakalandı.
30 Mayıs 1971: Efraim Elrom’u öldürdükleri gerekçesiyle aranan teröristlerden ikisi İstanbul Maltepe’de gizlendikleri evden kaçarken polisle karşılaşınca Binbaşı Dinçer Erkan’ın kızı Sibel’i rehin aldı.
1 Haziran 1971: Rehin alınan Sibel Erkan, güvenlik güçlerinin düzenlediği operasyonla kurtarıldı.Operasyonda polisle çatışan teröristlerden Hüseyin Cevahir öldürüldü, Mahir Çayan’sa yaralı olarak ele geçirildi.
Fatoş Süleymangil çok hayalciydi; Yılmaz Güney'e "Ben tarım işçisi olacağım" demişti...
Yılmaz Güney'in buna cevabı "Sen elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan bir zengin aile kızısın, lüks hayat içinde büyümüşsün...Adana'da yazın gölgede sıcaklık 50 derece olur ve sen tarım işçisi olursan anında ölürsün" oldu...
İsrail konsolosu El Rom'u öldüren teröristleri (THKP-C; Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman) Mayıs 1971'de Levent'teki evlerinin tavan arasında saklayan çift bu suçlarının ortaya çıkmayacağını zannederken olay duyulmuştu...
Yılmaz Güney 7 yıl hapis cezasına çarptırılırken Fatoş Güney suçlanmadı...Başbakan Bülent Ecevit'in çıkardığı 1974 affıyla Yılmaz Güney 26 ay hapis yattıktan sonra özgürlüğüne kavuştu...
13 Eylül 1974'te "Endişe" filminin çekimleri için bulunduğu Yumurtalık'ta tartıştığı, kavga ettiği Sefa Mutlu'yu öldüren Yılmaz Güney bu kez 19 yıl hapis cezası aldı...
Ancak ceza yasasındaki çok çeşitli indirim ve tenzilatlardan dolayı hukuken 1984'te özgürlüğüne kavuşma hakkı vardı...
Fatoş Güney Sefa Mutlu cinayetini şöyle anlattı: "Nezarethanede Yılmaz'ı ilk gördüğüm zaman üzerine hücum ettim ve dedim ki işte gördün mü silah merakın, tutkun başımıza neler açtı.Ben demiyor muydum zaten böyle bir şey olacaktı.Niçin silah taşımakta ısrar ettin?"
Fatoş Güney: Her akşam yastığımızın altında silahla uyuyorduk.Dolaşırken paltosunun ya da pardösünün cebinde hep silah vardı.Hem onun elini tutardım, hem silahın kabzasını tutmuş olurdum.Ya da kimi zaman onun silahını ben taşırdım.Silahlı bir yaşantımız vardı.Bir ara o kadar üzerine gittim ki bu konuda, işte o zaman "Umutsuzlar" adlı filmini (1971) yaptı...
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Güney’in silah tutkusu da onu seven kadınları kendisinden uzaklaştırmıştır. Güney 1. Levent’teki villasında gece yarıları atış talimleri yaparak semt sakinlerine korkulu anlar yaşatırdı.Evinin duvarları çeşitli silahlarla doluydu.Ev ev değil, sanki silah deposuydu, cephanelikti.Güney belinde silahı olmasa muhakkak otomobilinde silah bulundururdu.Yılmaz Güney’e göre silahı sevgilisiydi. Güney çocukluğunda cılızdı.Köy meydanında akranlarıyla yaptığı güreşlerde hep sırtı yere gelirdi...
1981
9 Ekim 1981'de Yılmaz Güney Muş'ta yaşayan annesini görmek için hapishane yönetiminden izin istedi...11 Ekim 1981 günü Antalya Kemer olimpos motelinde görüldü...Kemer'den bir tekneyle Rodos'a geçti...
Yılmaz Güney cezaevinden kaçtıktan sonra Zürih merkezli DFK Films Donat Keusch’ün ve Güney Filmcilik'in ortak yapımı Erden Kıral'ın yönetmeye başladığı, Şerif Gören'in Erden Kıral'ın görevini devraldığı Yılmaz Güney'in senaryosunu yazdığı "Bayram-Yol"un kurgusunu Elisabeth Waelchli ile birlikte İsviçre – Fransa sınırında bir köyde yaptı...
2 saat 27 dakika uzunluğundaki film Cannes Film Festivali’nin seçicisi Gilles Jacob’a yollandı...Gilles Jacob filmin yeniden kurgulanmasını ve 110 dakikaya indirilmesini talep etti...Film Cannes yöneticisinin isteği doğrultusunda yeniden kurgulandı...Rivayetlere, dedikodulara göre bu kurgu Yılmaz Güney’in içine sinmedi. Donat’a “Cannes sona ersin, yeniden kurgu yapacağız” dedi. Ancak film Altın Palmiye ’yi kazanınca yeniden kurgulanma projesi rafa kaldırıldı ya da ertelendi...
Donat, Yılmaz Güney’in ‘Sürü’yü de yeniden kurgulamak istediğini anlattı, özellikle o çok meşhur ve çok didaktik ‘Marksizm dersi sahnesini’ filmden çıkarmak istemiş.
Yılmaz Güney’in 1982 de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan başyapıtı ‘Yol’un yeni bir versiyonu, 2017'de Cannes'da yeni kurgusuyla seyirciyle buluştu. 'Cannes Classics' kapsamında gösterilen ‘Yol-The Full Version’un İsviçreli yapımcısı Donat Keusch, filmin restorasyonu ve Yılmaz Güney’in orijinal senaryo notlarına göre tekrardan kurgulanmasını üstlendi.
Göze çarpan değişiklerden birisi de, sahneleri Şerif Gören tarafından çekilmiş, fakat 1982 versiyonunda kullanılmamış olan Süleyman karakterinin hikâyesi.Alin Taşçıyan’a konuşan Fatoş Güney ise yeni versiyonu Yılmaz Güney’in “mirasına, sanatına yapılan büyük bir saygısızlık” olarak nitelendirdi.
Fatoş Güney, Yılmaz Güney’in zamanında çekip beğenmediği için çöpe attığı çekimlerden yaptığı yeni kurguyu onaylamıyor. Onaylamadığı gibi bunu Yılmaz Güney’in sanatçılığına, sanat mirasına karşı saygısızlık olarak nitelendiriyor.
Yılmaz Güney "Arkadaşlar! Dışarıda bir şeyler oluyor farkında mısınız? Uykuda olanları sarsın, uyandırın.Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir.Karanlıkta ne yapacaksınız? demişti...
İnci Aral’ın romanı ‘Sevgili’ (2017), Yılmaz Güney ve Fatoş Güney aşkından esinlenerek ortaya çıkan bir roman...
Kitabın adı ‘Sevgili" Çünkü Fatoş ve Yılmaz Güney birbirlerine adlarından çok “Sevgili” diye hitap ettiler...
Bu romanda, 1965 ile 1984 arasındaki Türkiye var. Romanda Yılmaz Güney'den Yavuz Günay adıyla söz ediliyor...Romanda Güney'in Fatoş Hanımla 1969'da başlayan aşk hikayesi, ülkenin siyasal çalkantıları, insan hakları ihlalleri, sol hareketin yükselişi, ezilişi, Yumurtalık Hâkimi’nin Yılmaz Güney tarafından öldürülmesi Güney'in cezaevi yılları ve Fransa’ya kaçış süreci,kanser hastalığına yakalanması ve ölüm süreci var…
İnci Aral:
Bu bir biyografi değil... Yavuz Günay, benim yarattığım bir roman kahramanı. Evet, yazdığım insanları gerçek hayattan seçip alıyorum ama romancı olarak onları kendimce kurgulayıp dönüştürüyorum...
Tuncel Kurtiz (1936-2013) aile dostumuzdu. ‘Sürü’ (1978) filminin çekimleri bittiğinde, Tarık Akan’la (1949-2016) bize, Ankara’ya gelmişlerdi. Yorgun, bitkin ve açtılar. Ceplerinde yemek parası bile yoktu. Çünkü ‘Sürü’, tüm ekibinin, o sıralar hapiste olan Yılmaz Güney’e duydukları sevginin, inancın ve görülmemiş özverinin eseriydi. Hâlâ filmdeki kılıkları, sakalları ve tevekkülleri içindeydiler. Müthiş etkilendim...
Fatoş Güney ile 1998'de tanıştım...Beni aradı ve Yılmaz Güney’in yaşamını anlatacak bir senaryo yazmamı istedi.Senaryoyu iki yılda yazdım...
Fatoş Güney, filmi ünlü yönetmen Costa-Gavras’ın çekeceğini söylemişti. Romanımı Yılmaz Güney hakkında yzdığım senaryoya dayanarak yazmadım...Romanım için Yılmaz Güney üzerine birçok araştırmadan, anılar ve görüşlerden yararlandım. Bunların içinde Fatoş Güney’in senaryodan önce ve sonra yayımladığı kitaplar da var. Tamamlanan senaryoyu, 2000 yılında Fatoş Güney’e teslim ederken, hikâyeyi bir gün roman olarak yazacağımı söylemiştim.
Yılmaz Güney, Türkiye’nin iki askeri darbeyi içine alan 1965-85 döneminde, hayatının 10 yılını hapislerde geçirmiş inançlı bir devrimci. Yoğun engel ve baskılara rağmen, dünya sinema tarihine geçmiş bir usta. Ben onun her türlü olumsuzluğa karşı cezaevinden film yapma ve var olma savaşını anlatırken, Türkiye’nin bizi bugünlere getiren karanlık dönemini de yansıttım. Güney, yasaklanmış, vatandaşlıktan çıkarılmış, 104 filmi yakılmış ama halkın kalbinden silinememiş bir sanatçı. Düşüncelerini ifade edip savunduğu için hakkında 100 yılı aşan hapis cezası istenen bir yazar. Günümüz gençleri onu yalnızca ismen biliyor. Birçok insan da önyargılarla tanıyor.
Romanım, dünyayı değiştirmek için hayatını, inancını, yeteneğini ortaya koymaktan en zorlu koşullarda bile vazgeçmeyen bir sanatçının, yok edilme çabalarına rağmen gösterdiği yaratma inadını konu alıyor! Ve dâhilere özgü deliliğini.
Ayşe Arman İnci Aral'a: Fatoş Güney, onun yattığı hapishanelerin peşinde koşmuş bir kadın. Gidip her seferinde farklı bir şehirde ev tutuyor, hatta bir keresinde acayip fırtına var, cezaevi görevlileri, “Eşiniz gelemez!” dediklerinde, “Ölmemişse gelir!” diyor Yılmaz Güney ve gerçekten de Fatoş Güney geliyor. Bu yaşanan büyük ilişkiyi, aşk ve hayranlık açıklıyor mu?
İnci Aral: Bence burada, kocasının yüksek yeteneğine, dehasına hayranlığın ötesinde, aşkı bile aşan bir şey var. Onun yücelik ve başarısını paylaşmanın, onunla dayanışmanın onuru ve acı tutkusu da var! Onların aşkı çarpıcı bir rastlantıyla birden başlayan bir aşk, kısa sürede yoğun bir sevgiye, şefkate ve vazgeçilmezliğe dönüşüyor. Ve bu sevgi ayrılıklarla beslenip büyüyor. İçinde hayranlık, inançla zenginleşen inanılmaz bir vefa, sadakât ve dayanışma duygusu var!
Ayşe Arman İnci Aral'a : Yılmaz Güney’in ‘Çirkin Kral’ döneminde bir sürü kaba saba ve akıl dışı davranışları da var. İnsan, “Ben hayatımda yeni bir aşkla, yeni bir sayfa açacağım” deyip bütün bunları arkasında nasıl bırakabilir?
İnci Aral: Bunu yapabilmek için Yılmaz Güney olmak gerekiyor! Sinemadaki yükseliş yıllarında bir mit yaratmıştı. Bir yere gittiği zaman, binlerce insan sokağa dökülüyor, yolu açmak için itfaiye geliyordu. Ama bir gün kendine şu soruyu soruyor: “Sen bir düşünce adamıydın, senin bir davan vardı. Bugün insanlar arkandan geliyor ama sen onlara ne söylüyorsun? Ne mesaj veriyorsun? Hiç! Ne istiyorlarsa onu yapıyorsun, duygularını sömürüyorsun! Senin karşı olduğun adamlar da bunu yapıyorlar zaten!” Bu gerçeği kavradığında, bir süre iki arada kalıyor. Birbiriyle çelişen iki Yılmaz Güney haline geliyor. Biri, çevresinde 100 kişinin takla attığı bir adam, biri de bundan rahatsızlık duyan öteki. Sinema dünyasındaki yalanlardan, eski ilişkilerinden, yanlışlarından pişmanlık duyması ve deri değiştirir gibi kendini değiştirmesi romanın en can alıcı olgularından biri. Onun geçmişi silme çabasını roman boyunca epey ayrıntılı biçimde anlattım.
Ayşe Arman İnci Aral'a : Onca fakirlikten, yokluktan gelmiş birinin kendini bu kadar geliştirmesi, ‘Çirkin Kral’dan bir halk kahramanına dönüşmesi nasıl açıklanır?
İnci Aral: Yılmaz Güney, komünizmin ne olduğunu bile bilmediği 18 yaşında, komünist diye peşine polis takılmış biri. 24 yaşında yazdığı bir hikâyede geçen eşitsizlik sözcüğü yüzünden hapse mahkûm ediliyor. Çıktığında sosyalizmi, komünizmi öğrenme çabasına giriyor. Sürekli okuyup araştırıyor.Yetiştiği bölgedeki insanların sefaletini yakından bilen biri olarak okuduklarıyla bir bilinç sıçraması yaşıyor. ‘Çirkin Kral’ döneminde bile oynadığı kahramanlarla sıradanın, ezilmiş, kovulmuş, horlanmışın hakkını savunuyor. En önemli artısı ise edebiyata ilgisi, yakınlığı, yazarlığı. Çok zeki, vicdan sahibi ve aşırı duyarlı. Bunlara bir de görebilme ve gördüğünü yansıtabilme yeteneği eklenince, oluşumu hiç şaşırtıcı değil.
Ayşe Arman İnci Aral'a: Yılmaz Güney, 12 Mart’ta Selimiye Cezaevi’nde yaşadıklarından sonra nasıl bir değişim yaşıyor?
İnci Aral: Travmatik bir değişim! Afla çıkmış ama sevineceğine içeride kalan arkadaşları için üzülüyor. Çok mutsuz. Onca özlemden sonra eşine ve çocuğuna uzak duruyor. Kendini yeni senaryosunu yazmaya veriyor. Fatoş Güney için de anlaşılmaz, üzücü bir kapanma bu. Sonra sinemadaki ‘Çirkin Kral’dan kurtulmaya, onu öldürüp yeni bir devrimci döneme geçmeye hazırlandığı, bir anlamda deri değiştirmeye çalıştığı anlaşılıyor. ‘Arkadaş’ filminin çekiminin ardından ise yeniden normalleşme sürecine giriyor.
Ayşe Arman İnci Aral'a: Bazen kaba saba ama müthiş de romantik aynı zamanda... İmralı’da Fatoş Güney’e verdiği 10’uncu yıl evlilik hediyesini anlatır mısınız?
İnci Aral: İmralı’da sahilden güzel renkli, biçimli taşlar topluyor ve evlilik yıldönümünde kendisini ziyarete gelen eşine, evliliklerinin her bir günü için bir tane olmak üzere tam 3315 taşla dolu bir çuval hediye ediyor. Fatoş Güney için elbette o taşlar altın değerinde.
Ayşe Arman İnci Aral'a: Yılmaz Güney’in idealleri onun için kendisinden bile mi önemli? O yüzden mi hastalığı mastalığı takmıyor, devam ediyor? O film bitecek, o film bitecek... Bu nasıl bir tutku?
İnci Aral: Gerçek bir sanatçının yaratma ve yarattıklarıyla var olabilme tutkusu. Bu tutku çoğu zaman yaşama tutkusunu bile ikinci plana atabiliyor. Bunu iyi bilirim. Benim için de her roman ölümcül bir süreçtir.
Ayşe Arman İnci Aral'a: Romanda anlattığınız atmosfer, şimdiki Türkiye’den çok farklı mı?
İnci Aral: Değil. Türkiye dönüp dönüp aynı noktaya geliyor. Dahası, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, hak hukuk, adalet, eğitim ve hayati her konuda sürekli daha kötüye, daha da gerilere gidiyor.
Ayşe Arman İnci Aral'a Romanınızda Türkiye’nin hiçbir zaman doğru düzgün yönetilemediğini de görüyoruz. Bu da anlatmak istediğiniz şeylerden biri miydi?
İnci Aral: En önemli hareket noktam bu oldu. Yazdığım benzersiz hikâyeyi yıllardır kafamda taşıyordum ama yazma umudum zayıftı. Çünkü hikâyenin hayatta olan kahramanları vardı. Oysa göstermek istediğim durumlardan biri de Türkiye’nin hiçbir zaman layık olduğu biçimde yönetilememiş oluşuydu. Üstelik durum dayanılması zor bir noktaya varmıştı. Yılmaz Güney’in romanını yazmaya, taşıdığı bütün risklere rağmen biraz da bugünlere nasıl geldiğimizi hatırlatmak için cesaret ettim. ‘Sevgili’nin ibretle, sevilerek okunması beni her türlü belaya gönüllü duruma getirecek.
Yılmaz Güney’le ilgili daha geniş bilgiye sahip olmak isteyenler, Abdurrahman Keskiner'in "Prodüktör", İnci Aral’ın romanı ‘Sevgili’ (2017), Fatoş Güney'in “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” adlı biyografi kitabına (2020) ,Agah Özgüç tarafından yazılan, “Neden Yılmaz Güney!” , “Arkadaşım Yılmaz Güney”, “Bütün Filmleriyle Yılmaz Güney” , “Türk Sinemasında İntiharlar ve Cinayetler Dosyası”, “Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü”, “Bir Sinema Yazarının Günlüğünden Aykırı Notlar” ve ”Antalya Film Festivali’nin 40 Yılı” adlı kitaplar ile yine Agah Özgüç’ün Sinema 65 Dergisi’ndeki “Sokaktaki Adam ya da Yılmaz Güney” adlı yazısı yanı sıra Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” ve Giovanni Scognamillo’nun “Yeşilçam’dan Önce, Yeşilçam’dan Sonra” adlı kitabına da başvurmalı.
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Kızı Elif'in (1966) annesi Can Ünal Hanım daima Nebahat Çehre’yle Yılmaz Güney’in arasında olacaktı.Yılmaz Güney, Nebahat Çehre’yle Boğaz’daki bir restaurantda nişanlanırken Can Ünal Yılmaz Güney’den dört aylık hamileydi...Yılmaz Güney Nebahat Çehre’yle evlendikten sonra, bu evlilik süresi içinde bazı kaçamaklar yapmıştı.Güney, birlikte film çevirdiği kadın oyuncuların bir ikisi hariç tümüyle ilişki kurmuştu.Yılmaz Güney gizli çapkındı.Nebahat Çehre de tüm bunları bilmiyor değildi. Nebahat Çehre, Yılmaz Güney’e daha fazla dayanamayıp, evden kaçacak, boşanmak isteyecek, araya arabulucu olarak İstanbul’daki High Society’nin bir numaralı terzisi ve aynı zamanda film yapımcısı olan Mualla Özbek girinceyse Yılmaz Güney’e son bir şans daha verecekti. Nebahat Çehre beş günlük kaçaklıktan sonra Güney’e döndü.
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Güney’in silah tutkusu da onu seven kadınları kendisinden uzaklaştırmıştır. Güney 1. Levent’teki villasında gece yarıları atış talimleri yaparak semt sakinlerine korkulu anlar yaşatırdı.Evinin duvarları çeşitli silahlarla doluydu.Ev ev değil, sanki silah deposuydu, cephanelikti.Güney belinde silahı olmasa muhakkak otomobilinde silah bulundururdu.Yılmaz Güney’e göre silahı sevgilisiydi. Güney çocukluğunda cılızdı.Köy meydanında akranlarıyla yaptığı güreşlerde hep sırtı yere gelirdi.
Yılmaz Güney Nebahat Çehre’ye otomobille çarpmıştı...21 Nisan 1968 Pazar: Yer, Harbiye Playboy Kulüp önü.Yılmaz Güney boşanmaktan vazgeçiremediği Nebahat Çehre’nin üzerine otomobilini sürdü. Çehre, otomobilin altında kaldı. Amerikan Hastahanesine kaldırılan Çehre başından yaralandı ve köprücük kemiği kırıldı. Nebahat Hanım Yılmaz Güney’e artık daha fazla dayanamayacaktı. Kısa bir süre sonra boşandılar. 30 Ocak 1967: Yılmaz Güney ve Türkiye güzeli seçilen Nebahat Çehre Harbiye Hilton Otelinde evlenmişlerdi...
Yılmaz Güney Nebahat Çehre'ye yazdığı mektuplarda “Yavrum, sen benim kadınımsın.Dün akşamdan bu yana seni düşünmek beni yordu bebeciğim.Boynumda, kollarımda zincirsin sen yavrum.Yeryüzündeki bütün kağıtları senin isminle doldurmak istiyorum: Nebahat!.. Nebahat!.. Nebahat!..” tarzında yazmıştı...
“Aşk-ı Memnu” (2008-2010) ve “Muhteşem Yüzyıl” gibi televizyon dizileriyle dünya çapında milyonlarca yeni hayran edinen Nebahat Çehre’ye. Güzeller güzeli Nebahat Çehre’nin 1965-68 arasında Yılmaz Güney’le birlikte çevirdiği filmler arasında, “Silaha Yeminliydim”, “Dağların Oğlu”, “Eşrefpaşalı”,”At, Avrat, Silah”, “Kibar Haydut”, “Arslanların Dönüşü”, “Yedi Dağın Arslanı”,”Eşkıya Celladı”, “Çirkin Kral Affetmez”, “Balatlı Arif”, “Beyoğlu Canavarı”, “Pire Nuri” ve “Seyyit Han”da bulunmaktadır.
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“1962 yılından bu yana Can Ünal’la nikahsız bir evlilik yaşamı sürdüren Yılmaz Güney’in en büyük aşklarından biri 1964’te “Kamalı Zeybek” filmi vesilesiyle tanıştığı Nebahat Çehre olmuştur. Nebahat Çehre Yılmaz Güney’le yakınlaştığı dönemde Taksim’deki Nizam Apartmanı’nda oturuyordu. Güney’i sık sık bu evde görüyordum.
Kumrular gibi sevişiyorlardı.
Hiç unutmam, bir akşamüzeri Nizam Apartmanı’na uğradığımda , ilginç bir manzarayla karşılaştım.Eski, kırık dökük bir pikapta, belki de binlerce kez dinlenmiş, çiziklerle dolu bir plak dönüp duruyordu.Çalan Rodrigo’nun ünlü Gitar Konçerto’suydu.Yılmaz Güney ile Nebahat Çehre birlikte adeta soluk almadan dinliyorlardı.Kimbilir aynı parçayı kaç kez dinlemişler ve kimbilir daha kaç kez dinleyeceklerdi? Göz gözeydiler.Sevecenlik dolu gözleri ıslaktı ikisinin de.Ne güzel de ağlıyorlardı.İşte aşk buydu...Nebahat Çehre, Yılmaz Güney’le bir taraftan da şiddetli kavgalar eder, Eskişehir’deki akrabalarının yanına kaçmak için yollara düşer; Yılmaz Güney onun peşinden gider ve onu geri getirirdi.Yılmaz Güney çok kıskanç bir sevgili ve kocaydı.Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’ye yazdığı mektupların orijinalleri bendedir...Her yeni başlayan ilişkide gidişat önemliydi.Yılmaz Güney problemli bir kişiliğe sahipti.Çok içiyordu.İçmeyince tıpkı bir Kuzu olan Güney, alkol aldıktan sonra kişilik değiştirip Kurt oluyordu...
”Arızalı Adam” Yılmaz Güney birden fazla kişilik sahibiymiş (Doktor Jekyll ve Mr. Hyde’vari) gibi davranıyordu.Annesi Güllü Hanımı evinden kaç kez kovduğu ve kadıncağızın bunun üzerine İzmir’de yaşayan kızının yanına gittiği Yılmaz Güney biyografilerini yazanların gözünden kaçmamıştır.
“İki tane Cüneyt Arkın Vardı”
Burada bir parantez açıp “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitaptan konumuzla çok alakalı Memduh Ün’ün sözlerinden bir bölüm aktaralım: “İki tane Cüneyt Arkın vardı zaten. Ayık Cüneyt ve içkili Cüneyt…İki ayrı insandı bunlar.Gündüz insan, gece kurt örneği.”Önce Vatan”ı Kıbrıs’ta çekerken, Cüneyt kafayı çekmiş, oteldeki insanları uykularından uyandırmış sıraya dizip, sağa dön, sola dön diye talim yaptırmış.Anlatanların yalancısıyım.İçtiği zamanlar bir kızın başına elma koyup ok atan, mahallesindeki bütün insanlarla kavgaya karışan, sanki settekinden farklı bir Cüneyt’ti.” (Sayfa: 254).
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Kızının annesi Can Ünal Hanım daima Nebahat Çehre’yle Yılmaz Güney’in arasında olacaktı.Yılmaz Güney, Nebahat Çehre’yle Boğaz’daki bir restaurantda nişanlanırken Can Ünal Yılmaz Güney’den dört aylık hamileydi.
Yılmaz Güney Nebahat Çehre’yle evlendikten sonra, bu evlilik süresi içinde bazı kaçamaklar yapmıştı.Güney, birlikte film çevirdiği kadın oyuncuların bir ikisi hariç tümüyle ilişki kurmuştu.Yılmaz Güney gizli çapkındı.Nebahat Çehre de tüm bunları bilmiyor değildi. Nebahat Çehre, Yılmaz Güney’e daha fazla dayanamayıp, evden kaçacak, boşanmak isteyecek, araya arabulucu olarak İstanbul’daki High Society’nin bir numaralı terzisi ve aynı zamanda film yapımcısı olan Mualla Özbek girinceyse Yılmaz Güney’e son bir şans daha verecekti. Nebahat Çehre beş günlük kaçaklıktan sonra Güney’e döndü."
Ebru D. Dedeoğlu'nun yapımcı Abdurrahman Keskiner söyleşisi T24
Film yapımcısı Abdurrahman Keskiner'in anıları "Prodüktör" Alfa Yayınları Anıları kitaplaştıran Ali Can Sekmeç'tir...
Abdurrahman Keskiner: "Yılmaz Güney'in her zaman için en büyük aşkı Nebahat Çehre oldu...Yılmaz'ın en büyük felaketi kumarı çok sevmesiydi. Kumar oynamasına karışmamı istemiyordu...
Ebru D. Dedeoğlu: Gece uykularınızdan uyanıp Yılmaz Güney'i kumar masalarından topluyormuşsunuz?
Abdurrahman Keskiner: Tabii. "Apo her şeyime karışıyorsun, kabul, ama kumarıma karışma" dedi bir gün. Ben de "Kumara karışmayayım da, senetleri ödüyorum, para yok, nasıl ödeyeceğiz? Ummadık yerde senet imzalıyorsun" dedim. Bu konuda sert atışmalarımız da vardı Yılmaz'la. Yılmaz ayrıca araba ve hız yapmayı da severdi. Üç tane arabamız var. Üç arabada da çok zarar ettik.
Ebru D. Dedeoğlu: Arabayla hız yapmayı sever miydi? Kitapta birden fazla arabanın takla attığı kazalar var…
Abdurrahman Keskiner:Çok severdi. Adana'da iki defa, bir defa da Nebahat'la Antep'te takla attı. Sürekli tamirciye arabayı götürüyordum. Bir gün, tamircide arabayı yaptırdım. Ertesi gün Yılmaz yine kaza geçirmiş, takla atmış. Arabayı tamirciye geri götürdüm. "Yahu abi ne yaptınız arabaya" dedi. "Yapmamışsın arabayı, böyle vermişsin" dedim. Adam da, "Yahu abi böyle şey olur mu? Bir ayda üç defa araba yaptırılır mı?" dedi. Beraber güldük. Yapılacak bir şey yoktu. Tamir ettirdim tekrar.
Ebru D. Dedeoğlu: Peki Yılmaz Güney nasıl bir adamdı?
Abdurrahman Keskiner:Bonkör bir adamdı. Dışarıya karşı çok bonkördü.
Ebru D. Dedeoğlu: Bir çocuğa ağlamıyor diye tokat attığı olay doğru mu?
Abdurrahman Keskiner:Silifke'de Eşkıya Celladı'nı çekiyorduk. Adana'dan gelen yeğeni oynuyor filmde. Bir sahnede çocuğun ağlayarak koşması gerekiyor. Ancak ağlayamadı. Yılmaz "Ağla" dedi. "Nasıl ağlayayım dayı" dedi. Yılmaz ona 2-3 tane tokat attı. "Şimdi git koşarak gel buraya" dedi. Çocuk ağlıyor tabii. Yılmaz istediğini almış, başarmıştı.
Ebru D. Dedeoğlu: Ya sevdiği kadınlara yaşattığı travmalar? Özellikle Nebahat Çehre'ye…
Abdurrahman Keskiner: Ebru, Yılmaz'la Nebahat'ın aşkı çok farklıydı. Affedersin kedi köpek gibi mi diyeyim, başka bir şey mi bilemiyorum. Birbirini çok seven, tutkuyla bağlı iki insandı. Çok seviyorlardı birbirlerini. Ölümünden önce Cannes'da Yılmaz'la buluştuğumuzda, bir ara Fatoş yanımızdan gider gitmez "Nebahat ne yapıyor?" diye sordu. Sonra da "Oğlum, kızın bizde çok emeği var. Hakkını ödeyemeyiz, ne olursa olsun Nebahat'a sahip çık" dedi.
Ebru D. Dedeoğlu: - Engebeli, travmalı ilişkiymiş anladığım. Neden ayrıldılar peki?
Abdurrahman Keskiner:Nebahat, ben, Yılmaz Siverekliler Gecesi'ne gittik. Oradan da bir kulübe. Atışmaya başladılar. Nebahat çekti gitti. Ben de arkasından gittim. Yılmaz bir hışımla arabayı aldı ve karşıdan karşıya geçerken arabayla Nebahat'e çarptı. Korkutmak istedi. Hemen İlkyardım Hastanesi'ne götürdük. Yılmaz bir hafta başında bekledi. Aralarındaki aşk başka bir şeydi. Ardından resmi olarak boşandılar. Ayrıldıktan sonra Yılmaz askere gitti, Sivas'a. Bir gün telefon etti, "Nebahat buraya gelecek, al gel" dedi. Beraber Sivas'a gittik. Ayrılsalar da aşkları asla bitmedi.
Ebru D. Dedeoğlu: Nebahat Hanım da çağırınca hemen gitti mi?
Abdurrahman Keskiner: Seviyor. Diyecek hiçbir şey yok. Aşkta her şey mübah.Yılmaz hafta sonu İmralı cezaevinden izinli çıkıyor. Nebahat'ın Bebek'te çalıştığını duyuyor. Akşam, Kürt İdrislerle birlikte Bebek gazinosuna gidiyorlar. Nebahat'la görüşüyorlar. Sahneye çıkıyor, sarılıyorlar. Sonra, Fatoş bu olayı duyuyor. Ve hemen Kürt İdris'i arıyor. Diyor ki," İdris Abi ben sana inanıyorum, böyle böyle bir şey oldu mu?" "Yok bacım, nereden çıkarıyorlar bu işi? Elin uydurması, sen bunlara inanma" diyor. "Tamam abi ben seni anlıyorum zaten" diyor ama anlıyor ki öyle bir olay var. Büyük aşktı.
Ebru D. Dedeoğlu: Yılmaz Güney'le en son Paris'teki buluşmanızda "Apo gardaş bunca paraya ne oldu" sorusuna vediğiniz cevap çok etkili ve üzücü. Neden bunca para uçtu gitti?
Abdurrahman Keskiner:Cannes'dayız. Üç saate yakın sohbet ettik. Bir ara yalnız kaldığımızda Nebahat'ı sordu. Sonra sessizleşti, dalıp bir yerlere gitti, bana dönüp "Apo, bu kadar çok para kazandık gardaş, bu paraya ne oldu, nereye gitti bu para" dedi. Cevabını çok iyi bildiği bir soruyu, bunca yıl sonra neden bana sorma ihtiyacı duymuştu anlamadım. "Günah mı çıkarmak istiyor" diye düşündüm. Eğer günah çıkarmak istiyorsa, bu yükün altından kalkamazdı. Çünkü parayı da, hayatı da har vurup harman savurmuştu. Kendimi toparlayıp "Senin hiç paran oldu mu" diye sordum. "Çok para kazandık ama hep borçlu yaşadık. Hâlâ da etrafa bir sürü borcun var" diye ekledim. O hâlâ kendine sorması gereken soruyu bana soruyordu: "Peki ne oldu bu paralara gardaş" Tutamadım kendimi. "Önce otomobillere verdiğin paraları bir düşün. Elindeki paraların ne kadarı, kaç film parası bunlara gitti. 120 bin liraya araba aldık, 40 bin liraya sattık. 80 bin liraya aldık, 30 bin liraya sattık. 50 bin liraya aldık, 20 bin liraya sattık. Bunların her biri o zamanki parayla ikişer film parasıydı. Bir römork aldın bir film parasının yarısına. Terzi Mualla Hanım'a çektiğin filmlerden hiç para almadın. Bir de kumarda kaybettiğin paraları düşün. Tüm paranı kumarhane sahipleri aldı. Sen çalıştın, onlar yedi" dedim. Sonra da gözlerinin içine bakıp "Şimdi sen söyle, senin hiç paran oldu mu" diye sordum. Karşımdaki Yılmaz Güney, eski Yılmaz Güney değildi. Sözlerim karşısında sustu, yutkundu, dalıp gitti. Hiçbir şey söyleyemedi.
Ebru D. Dedeoğlu: O görüşmenizde "Yol" filmi ile ilgili öznel eleştirinizi söylüyorsunuz. Cevabı neydi?
Abdurrahman Keskiner: Cannes'da Yılmaz Güney'le sohbet ederken Yol filmini kastederek, "Kürdistan yazısını koymasaydın da Türkiye'de rahatça sinemalara çıksaydı olmaz mıydı" diye sormuştum. Yılmaz da bana, "Apo, ben bunu koymaya mecburdum" diye cevap vermişti. "Niye mecbursun ki? Bunun yönetmeni sensin. Kim neye karışabilir" dediğimde, "Apo, orası çok karışık. Ne sen sor, ne de ben anlatayım. Zaten anlatması da pek güç" demişti. Çaresizdi. Onu ilk kez bu kadar çaresiz görmüştüm. Belli ki bir şeylere mecbur bırakılmış, Kürtçülüğe zorlanmıştı. Hissettiğim, bundan çok da memnun olmadığıydı. Zaten benim tanıdığım Yılmaz Güney bu değildi. Üstelik Yol, Cannes'da Türk sineması adına yarışmış ve kazanmıştı. Evet, o Kürt'tü. Kürt asıllıydı ama asla Kürtçü değildi. Onunla omuz omuza çalıştığım yıllarda ne Kürtçülüğünü gördüm, ne de duydum. Arkadaşlarımız arasında Kürt İdris vardı, Kürt Ahmet vardı, Mersinli Kürt İsmail vardı ama sohbetlerimizde Kürtçülük lafı hiç geçmezdi. Sonuçta bu insanlar kabadayılık düzeninin bir parçasıydı. Öyle siyasi konuşmaların, ayrışmaların içinde olmazlardı. Oturdukları masalarda her zaman ben de vardım. Ayrıca çektiğimiz hiçbir filmde de Kürtçülük olmamıştı.
Bir vatandaş Yılmaz Güney ile ilgili şöyle yorum yapmıştı:
“Ölünün arkasından konuşulmaz.” derler, doğru bir deyimdir; günahıyla, sevabıyla, ahirete intikal etmiş biri, artık hesaplaşmayı orada yapacaktır. Doğrusu budur fakat ölen kişi, devlet adamı, lider, yazar, bilim adamı, sanatcı, vb. ise, iş değişiyor. Ben sosyalist bir insanım. İnsan haklarını savunmayı, insanlığın olmazsa olmazı bilirim. Sol çevrede, Yılmaz Güney’in hiç hak etmediği bir itibarı var. Kadın dövmek onda, kabadayılık onda. Umut, Ağıt, Baba, ancak bu filmlerden önce çevirdiği filmlere bakın. Hep kabadayı rolleri. Mesela “Haracıma Dokunma” (1965), buyur buradan yak. Nebahat Çehre’ye yaptığına ne demeli? Yumurtalık Hakimini neden öldürdü? Yılmaz Pütün’ü bir de hakimin ailesine sorun. Sosyalist olmanın şartlarından biri Yılmaz Güney’i sevmekmiş gibi saçma sapan tavırlara karşıyım. Yılmaz Güney sonradan sosyalizmi savunmuştur ama bir lümpen olduğunu da her zaman hatırlamak gerekir.
Kardeşi Yaşar Pütün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Kardeşi Yaşar Pütün’e göre halkın kadife sesli bildiği Yılmaz Güney, film setlerinde çok farklıydı.Oyuncularına bağıran, çağıran, parlayan bir yönetmendi.Çalışma anında konsantrasyonu bozulduğunda sinirleniyordu.
“Köyde Seyyit Han’ı hem oynuyor, hem yönetiyordu. Oyunculardan biri, abimin defalarca tekrarlamasına rağmen bir türlü rolünü yapamıyordu.Adam uzaktaydı.Abim sinirlendi.Elindeki tüfekle oyuncuya ateş etmeye başladı.Adam var gücüyle koşmaya başlayınca, “İşte şimdi oldu,” dedi.
Yılmaz Güney, kamera önünde her şeyin gerçeğe uygun olması konusunda kendine karşı da ödünsüzdü. ”Seyyit Han”ın çekimini bütün Yenice köyü (Yılmaz Güney’in doğduğu köy) halkı izledi. ”Seyyit Han”ın, traktöre bağlanıp sürüklenmesi sahnesinde, kamera oyunlarına, dublöre başvurmadı. Kendisi oynadı.Traktörün arkasında tozlara çamurlara bulanarak sürüklenirken, hafif yara bereler de aldı.
Adana’nın Oymaklı köyünde “Umut” filmi çekiliyordu.Köyün çocukları set olarak kullanılan kuyu başında toplanmışlardı.Yılmaz Güney, yalvaran bir sesle : “Çocuklar oradan uzaklaşın, film çekeceğiz,” dedi. Fakat çocuklardan hiçbiri istifini bozmadı. Bunun üzerine Yılmaz Güney: “Çocuklar orası kazılırken, sizlerin görünmemesi gerekiyor. Çekilin oradan,” dedi.Yalvarmaları sonuç vermeyince tabancasını çekti. Başlarının üstüne birkaç el ateş edince, kimsecik kalmadı.”(Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabından)